Category: Laf Ebesi

  • Liyakata El Salla!

    Bulaşıcıdır. İnattır. Gıcıktır. Uydurukçudur. Delidir. Fecenayip şahsına münhasırdır.
    Okur! Yandığının resmidir. Gel, yol yakınken okurluk durumundan istifa et.

    İçeriğin olası zarar ziyanından yazar değil, uygulamaya kalkan komik okur sorumludur. Ona göre!!

    ‘’Ökküs saraya girse padişah olmas, saray ahır olur’’ diye sevdiğim bir söz vardır. Çerkezlere ait olduğu rivayet edilir. Baba tarafından ol deli saraylı Çerkezzadelerden olmak münasebetiyle babamın bir kısım atalarının sözünü yine babamın malı gibi kullanabilirim diye düşünüyorum😁

    Çerkeşin olmasa da herkeşin ‘’her işi yapma halleri’’ne az şekerli tırıloyttuğumdan kimbilir hanki duygularla literatüre armağan edilen ⤴️ söz beni sabah akşam anmaktadır. Öyle ki o beni anmasa gezegen değiştirmiş olmayayım endişesi kalbimi gümletir, günün liyakatlileri kimmiş diye her telden listeleri deşmeye başlarım😩

    Ne yalan söyleyeyim, çeyrek asra yakındır elimi attığım her haberde mıhtişim insanların kendilerini mıhtişim işlere pek layık görmeleri keyif kahvemi beş kasırga şiddetinde köpürtmeye devam etmekte… İstikrar diye buna derim!.. Unutmadan, yoktur ama her ihtimale karşılık Türkçe’yi omurgadan konuşup yazanlar varsa kısa açıklamalar: Liyakat sözcüğü yaraşmak ya da layık olmakla ilintilidir. El sallamak ise sevdiğimiz bir şeyden ya da kişiden ayrılırken elimizin tamamını sağa ve sola doğru hareket ettirmemizden ibarettir. Muzur bir eylem değildir. Muzurluk bakanın gözündedir.

    Ha bir de sanılmasın ki alelade yönetici atamalarından ya da akademisyenlerin idari görevlerinden bahis-ül laklak yapma niyetindeyim. Katiyen de değilim. O konuları bana beş basarak anlatabilecek donanımlı haberciler varken benim neyime!..

    Benim laklak başka laklak. Bildiğin delilik… Dünya adını verdiğimiz şu ceviz tanesinde (i❤️u Nazım) insanın akıllısının açık sözlü ve dürüst olması iyi bir şey değildir. Temiz delirme şeysidir. Şanslısınız ki deliniz ayağınıza geldi😅

    Aslında bugün terbiyem üstümde. Yaniciğimesi, yarı deli sayılırım😜 O halde, konuyu poffidik ve golobik özet geçeceğim: çarpım tablosunu lisede anca öğrenip baba durumundan matematik prüfüsürü olan; mal ve hizmetlerin üretilmeden tüketilebileceğini sanıp iktisatçıların efendiliğine soyunan; tarihi yeniden yazıp senatolarda, lobilerde uydurduğu çakma tarihi oy çokluğuyla kabul ettiren; projeyi işin ilmini okumuş mimar yerine emmisinin oğluna fönkürtüp dolar yeşili kadifeden keseleri, deniz kumundan çimentoları, katar katar binaları bulunan; bırak okul notlarını üniversite giriş sınavında bile kuş kadar Türkçe soru yanıtlama geçmişini görmeyip oradan buradan (ç)al(ıntıla)dığı iki cümlenin belini kırdığını sanıp (acil şifalar dileğiyle) yazarlığını ilan eden; eğitimini maneviyat üstüne tamamlayıp son derece ‘’anne, ben maddiyat oldum!’’ işleri yöneten; zevk fukaralığı ve yetenek düşkünlüğünde bir dünya markası olup çağdaş sanat bienallerinde sanatçı sıfatıyla fink atan; oyunculuğu yüz gerdirme, botoks ve silikon trilogyasından ibaret sanıp kaşeyi arttırdıkça arttıran; kendi dışındaki tüm insanlardan nefret edip insan kaynakçılık oynayan; iletişimi sokakta görse tanımayıp gazete patronluğu taslayan insanlar filan varmış diye duydum. Golobik dedik ya, hem de her yerde varmış..

    Eğer sen de deliliğime ortaksan ya da bu gibi insanları bir yerlerden duyduysan benden duymuş olma ama tam tamına iki kişiyiz!😅 Sen ve ben, her işi yaptığını iddia eden her yeşilliğe tuzumuzla koşmasak dünya bize layık, ne güzel bir yer olur adeta! Az gelsen mi yamacıma, liyakata değil de layık olamayan herkese beraber mi el sallasak👋 🦧👋

  • Taç Giyme Törenim

    Bulaşıcıdır. İnattır. Gıcıktır. Uydurukçudur. Delidir. Fecenayip şahsına münhasırdır.
    Okur! Yandığının resmidir. Gel, yol yakınken okurluk durumundan istifa et.

    İçeriğin olası zarar ziyanından yazar değil, uygulamaya kalkan komik okur sorumludur. Ona göre!!

    Bu okuyacağın, taçlı aşı hikayesidir. Ya da “kızlar bana en çok bayılsın” sakallı entel abi deyişiyle ‘’yaşanmışlığı’’ 🤪

    Malum başımızda taçlı, tahtlı bir virüs belası.. Şakası yok, kime dokunup kimi söndüreceği belli değil.. virüsler vadisine çevirdi ortalığı!..

    Virüs bilgimiz kuş kadar olduğundan dünyacanak şaşkın ördeğe döndük😳 Konuya en çok şaşan da yıllardır ‘’pandemi kapıda!!! kuşun gribi, domuzun gribi, ebola’nın tribi, ahan da geldiii geliyooor!’’ nutukları atan ve karşılığında über organize olması beklenen Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) oldu. Bu vesileyle hepsine ayrı ayrı en derin öpücüklerimi iletirim.

    Velhasıl-ı kelam, DSÖ’den gelecek organize ve somut eylem planı ve takip beklentisi gümbürdediğinden üç yüz altmış derece etkilendiğimiz bu ciddi konuda her ülke kendi derdiyle ve nevi şahsına münhasır eylem planlarıyla baş başa bırakıldı. Yani anlayacağın kimi çaldı, kimi oynadı.. Artık yaşadığın enlem & boylamda bahtına hangisi düştüyse!

    Doktor olmamdan mütevellit benim boylamımda payıma aşı düştü. Ama nasıl düştü, düşene kadar hangi aşamalardan geçti, hele yanaş da anlatayım👂

    Konvansiyonel (moruk) hekim olarak öncelikle hastalığa yönelik tedavi çalışmalarının yapılmasını beklerken bilim, zor olanı başarıp aşı geliştirmeye soyundu – ki konuya hiç bir itirazımız olamazdı, zira bildiğin sapır sapır ölüyorduk.

    Bunu müteakip yerel otoriteler, hemen normal ruhsat süreçlerini devre dışı bırakacak acil kullanım onayı düzenlemesini devreye soktular – ki her otoriteninkinin ayrı ayrı eleştirilebilecek noktaları olmakla birlikte ölür ayak pek sesimiz çıkamadı. Sesimizi zaten genel olarak pek sallayan da yoktu.

    Günün sonunda; “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” şeklinde özetleyebileceğimiz risk yarar dengesini gözeterek kendimizi ruhsatlandırılamamış, ürün bilgisinin ne olduğunu bilmediğimiz, hatta ürünü görmediğimiz, etkinlik ve güvenlik verilerini net olarak kestiremediğimiz, beş bilinmezli bir denklemin içinde buluverdik. Yapacak başka şey yoktu… 2020’ye kadar hayatında kanıta dayalı tıbbı ve bilimi direksiyona oturtan bana güvenip danışanlara ‘’ne bulursanız onu olun’’ diyerek son derece nitelikli ve bilimsel tavsiyelerde bulunmaya başladım. Ne de olsa, kurşun döktürmenin ya da kader kısmetçi sürü bağışıklıkçılarının (!) halen bir tık ötesinde bir öneriydi…

    Diğer yandan, aşıya ulaşmak öyle kolay değildi… Teşbihte hata olmaz; aşı grupları, sağlık sistemine incir ağacı dikme durumlarına göre manavda meyva sebzelerin dizilmesi gibi kategorilere ayrılmıştı. En ön safa korona’nın en beğenip hüüüp diye yutmak suretiynen sağlık sistemini çöküm çöküm çökerteceği gruplar konulmuştu.

    Eksik olmasınlar, kendimi armutun iyisi gibi hissettim. Korona’nın bayılacağı grupta olduğumdan bana da aşı grubu önceliği tabelası düşmüştü. Ama aynı evde yaşadığım ve kronik hastalıkları olan 65 yaş üzeri anneme düşmemişti… Demek ki, ülke yöneticilerinin benim adıma korona’yla anlaşması vardı – anlaşma gereği, virüs bana bulaşsa da aynı odada yaşadığım anneme bulaşmayacaktı. Açıkçası, bu olağanüstü bilimsel durumu hakemli bir tıp dergisinde, ülke gerçeği olarak yayınlamam an meselesi.. Ne de olsa, dünyanın bizden öğreneceği çok şey var!

    Dediğim gibi, aşı grubu önceliğinde olduğumu biliyordum. Çeyrek asra yakın zamandır sürdürdüğüm mesleğimin ödülüydü bu. Lakin benim bilmem yetmiyor, hükümetin sağlık sisteminin de birey olarak beni bilmesi gerekiyordu…

    Sistemde ‘’haydi çocuklar aşıya’’ yazımın görünmesi için beklemeye başladım… Benim gibi bir kaç arkadaş daha Godot’yu bekler gibi bekleşmedeydik… Her sabah bilgisayarla kesişip duruyordum.. Bilgisayara, arayıp sormayan hayırsız evlat muamelesi yapmanın sonuç vermeyeceğini fark edip biraz eşeleyince anladık ki bizim anlı şanlı bilgiler sisteme otomatik aktarılmamış. Çeşitli telefon görüşmelerinden sonra, ayakkabı numaramıza kadar kişisel bilgilerimizi şahsi bir eposta adresine ilettikten 1 gün sonra sistem bizi tanıdı. Bu kadar uğraşı İngiltere’de versek şimdiye şövalye ilan edilmiştik diye düşündüm.. Hatta şövalyelik az kalırdı, korona’ya karşı taç giyme ya da giydirme törenindeydik!

    Hihhoho, nihayet, Çin’den dünyaya yayılan insanlık düşmanı virüse karşı Çin menşeili aşımı oldum. Yalnız anlamadığım, aşıyı ben oldum, yukarıda bahsettiğim sağlık sistemi anneme mesaj gönderdi: ‘’covid-19 aşınız yapılmıştır’’ diye… Blog’unuzun ayarıyla oynamayın, tekrar yazıyorum: Aşıyı ben oldum, mesajı anneme gitti. Haliyle ben şaşkın, annem şaşkın, galiba en çok da korona şaşkın.. Belki de korona’yı şaşırtma metotlarından biridir…

    Şu hayatta herkesin bir hikayesi var. Benim taçlı aşı hikayem budur😌 Bilinmezlerle dolu virüse dair aşımı oldum. Şimdi yoğurt gibi bekliyorum. Ya tutarsam?..

  • Ne Sen Sor..

    Bulaşıcıdır. İnattır. Gıcıktır. Uydurukçudur. Delidir. Fecenayip şahsına münhasırdır.
    Okur! Yandığının resmidir. Gel, yol yakınken okurluk durumundan istifa et.

    İçeriğin olası zarar ziyanından yazar değil, uygulamaya kalkan komik okur sorumludur. Ona göre!!

    Halimi ne sen sor ne de ben söyleyeyim.. Başka şey sorsan onu da söyleyebilir miyim bilmem..

    Ya da ben söylerim de sen bunu duymaya hazır mısın acaba, orasına dair pek fikrim yok.

    Yıllaaaaarla deve yüküyle ödediğim vergilerin bana bir covid-19 testçiği olarak bile geri ödenmediğini söylesem zaten duymazsın. Ama ‘’sana da ödenmiyor tatlı şekerim’’ desem onu da dinlemezsin.

    Nereden mi çıktı bu test saplantısı?

    Evde kal prensipleri doğrultusunda saksımdaki fesleğenin yanına kendimi ektim. Saksı, fotosentez ve ben bahtiyarım, ordan.. Yalnız, içimden bir ses habire arsız çocuklar gibi covid oldum diyo anlamsızca. HES kodundan ziyade içimdeki his koduna göre konuşuyom. Boşver, ciddiye alma!..

    Daha neleri ciddiye almayacağına dair, hadi bir beyin fırtınası bırakayım uzaya…

    Uzay dediğim saksının altındaki tabak… Elin Musk’ı, uzayı kapı komşu yapmışken şahsım adına uzaya başka bir şey bırakamamamdan değil de minnoş beyin fırtınamı bırakacak yer bulamamamdan ötürü daha çok..

    Şu kriz döneminde 2 milyon kadar yeme-içme sektörü çalışanını azıcık gelirsiz bırakan sosyal hayata dair uygulanan kapatma kararlarından ilkini duydun mu desem ‘’ustam, ordan bana iki paket ekmek arası battiz yollasana’’ dersin.. Merak ediyorsan, yollayamam, işim var! Ama yerel yönetimlerin oluşturduğu askılara asabilirim bir şeyler, dinliyorsan eğer..

    Diğer sosyal karar olan 65 yaş üstü kadınları buz gibi kış sabahının üç saati haricinde, erkekleri Cuma günleri Cuma namazı saatlerine ek muafiyet tanıyarak kadınlara göre daha az bir saatte eve kapatma kararının kadına yönelik bir haksızlık ya da hak ihlali olduğunu düşündün mü hiç desem… Ya da yalnız yaşayan 70 yaşındaki Nahide Teyzemlerin evine, öğlenleri mesela saat 1’i az geçe uğrayıp ya da telefonla arayıp bir ihtiyacı var mıymış diye halini hatrını soruyor musun desem, Cuma’daydım uğrayamadım mı dersin?.. Bilmem ki ne dersin?.. İnsanların iyi halini sağlama senin sorumluluğun değilse yanlış sorum için kusuruma bakma. Ha bir de hal hatır sorma da geleneklerimizdendir bu arada… Yine iyisi mi ben uğrayayım, sana zahmet olmasın. Sen Cuma’nı bozma, gelenek benim işim olsun..

    Beni hala dinleme hatta sorularıma yanıt verme zahmetine katlanan birkaç arkadaşımla konuşuyorum:

    – ‘’Bulaştı mı, bulaştı mı?’’

    – ‘’Deli misin yaa, nerden bulaşacak?! Evden dışarı burnumuzu çıkarmıyoruz ki’’

    Haklılar.. O burun, evden veya maskeden dışarı çıkmadıysa asayiş bir nevi berkemal… Işınlanacak hali yok ya bu çekik gözlü virüs şeysinin saç telinden, kulaktan!

    Yani, yine de.. Hayatta daha kötü ne olabilir ki dememek lazım. Hala neden olmadı demek lazım bence…

    Pandemi bitene kadar kış uykusuna yatabilseydik keşke.. Pandemi uykusu.. Bitince uyandırsalar filan.. Çoooğyi olurdu… Ayılara ne imrendim şimdi!

  • Dantelalı Denizler

    Bulaşıcıdır. İnattır. Gıcıktır. Uydurukçudur. Delidir. Fecenayip şahsına münhasırdır.
    Okur! Yandığının resmidir. Gel, yol yakınken okurluk durumundan istifa et.

    İçeriğin olası zarar ziyanından yazar değil, uygulamaya kalkan komik okur sorumludur. Ona göre!!

    Alıp başımı gitsem diyorum bazen.. Dantelalı denizlere, yumuk yumuk bulutlara, çıt çıt kuşlarının arasına karışsam!..

    Sonra ‘’mıhtişim insanoğlu’’ olarak öyle bir yer bırakmadığımız aklıma geliyor..

    ‘’Abla, koronadan kesesi, hökür hökür gelir bak sesi! Şoför yanı burdan verelim’’ derlerse diye gitmekli düşünce balonlarımı hemencecik kovalıyorum! Ne de olsa, süte düşen telaşlı sinek olmanın lüzumu yok..

    Daha çok, kalmaklı olmak lazım şimdilerde galiba.. Bir yere çaktırmadan ilişmek, sonra oraya alttan alta kök salmak…

    Sadece nereye kalınacağını iyi hesaplamak gerek!..

    Kalkıp da, senli ya da sensiz, üç güne yan yatacak bir yere kalayım dersen dördüncü günde, kendine kündeye getirecek yeni bir mecra aramaya başlarsın… Çok da o ortamların insanı değilsen, yani kendini bu yönde donatmamışsan üzülür ezilirsin..

    Bir kısım atalar bile demişler ki tekkeyi bekleyen çorbayı içer.. Sen tekke beklemeyi bilmezken, bilenlerin yerine o tekkeyi beklemeye davranırsan ister istemez ayıplanıp kınanırsın. Bütün bunlara teflon misali aldırmazlık gösterip hiç de üzülüp büzülmemiş gibi şeetsen de günün sonunda kendini bile kandıramazsın!..

    En kötüsü de insanın kendini kandırmaya çalışması değil mi zaten?…

    Diyelim babandan torpillisin. Babanın bıraktıklarıyla koca koca işler güçler sahibisin. Yine de başın göğe ermiyor, iyi ve akıllı insanlar seni bir türlü beğenmiyorsa kalacağın yer orası olmadığı içindir… Ya da bir ihtimal baba eder, oğul öder dediklerinden gelmiştir başına.. Artık baban n’ettiyse, onu ben bilemem tabii!..

    Ah alan onmazmış, onsa da en kısa zamanda illeti nüksedermiş. Bunu da düşünerek nereye kalınacağını, ne pahasına kalınacağını, kimlerin kalbinin kırılacağını çoook iyi düşünmek gerek kalınacak o yerde…

    Bir de bu işin geleceği var! Yani yukarıdaki gibi su-i misaller, gelecek nesillerin ağzı torba olmadığından, en az beş yüz yıl filan pis pis dedikodularının yapılacağını, torunlarının torbalarının başlarının büğük, ağızlarının eğik gezeceğini unutmamalılar…

    Gidilecek başka yer pek olmadığına göre, kalınacak yer hakikaten önemli.. Kendi ayaklarının üzerinde tertemiz bir şekilde doğrulabilmeyi ve her ne olursa olsun dimdik bir asaletle kalmayı becerebilmeli insan! Çünkü galiba da insan, o zaman insan!

  • Susmukluğum

    Bulaşıcıdır. İnattır. Gıcıktır. Uydurukçudur. Delidir. Fecenayip şahsına münhasırdır.
    Okur! Yandığının resmidir. Gel, yol yakınken okurluk durumundan istifa et.

    İçeriğin olası zarar ziyanından yazar değil, uygulamaya kalkan komik okur sorumludur. Ona göre!!

    Ne diyeceğimi bilemiyorum. O yüzden de demiyorum… Kısaca kendimle bir omertà’m oldu şu aralar.. 😏

    Bu omertà dediğin yumurta kırmak gibi bir şey aslında… Yumurtaya bakar bakar, nereye tıngırdatarak kıracağına karar veremezsin ya.. Susarken de hangi birine susacağını bilemiyorsun.. Çiviyi çıkarana mı, çiviyi çıkaranın şakşakçısına mı, çiviyi çıkarana kızana öyle iyi kızılmaz böyle kızılır diyene mi, çivinin kendisine mi? Bak bak sus bir durum..

    Abdalın yağı çoğ olunca gah borusuna çalarmış, gah gerisine; susmukluk da böylemisinin aynısı! İstediğin yere doğru uzun uzun susma özgürlüğün var, kıymetini bilirsen!…

    Yine de sessizlik lisanını öğrenebilmek ayrıcalıklı bir durum, öyle maça kızı gibi susmayacaksın.. Yanisi, bir suskunluklu, kolay yetişmiyor işte😩

    İstisnasız, benim bu konudaki en büyük motivasyonum, şapkası dar gelip aklını bol sanan Avrupa, Amerika ve Japonya’daki iş ortaklarım.. Öğlen diğer ülkelerle yaptığım iş toplantımda açıklanan kararların defalarca değiştiğini çok zor anlattım mesela… Bunun resmi bir karar ver-boz’lar silsilesi olduğunu ise hiç anlayamadı garipler.. Debelenip anlatmaya çalıştıkça benim yorum zafiyetim olduğunu zannedip durdular, üzerlerine afiyet and the evlerden ırak!…

    Günde yirmi kere dönüp dönüp mevzuatın yayımlandığı alanlara baktığım için beni deli sanmaları da cabası.. Oysa ki beş yüz yıllık evlerde oturup yüzlerce yıllık ağaçları kesmediklerinden ve günde bir kere bile kanun kural yönetmelik direktif değiştirmediklerinden ne kadar da değişimsizler!.. Peh!..

    Haliyle, ağzımla kuş tutsam genel sicilim pek parlak olamıyor karşılarında.. Eh d.tüyle inatlaşan, donuna m.çarmış; baktım ki bir bok anlayacakları yok çok affedersin, ben anlatıncaya, akıllı düşününceye kadar deli oğlunu everecek; ben de sustum gitti!.. Kime ne izah edeyim ki?! Azimle taş delmeye inananlardan değilim🤪

    Sessizliğime bakıp bakıp gülüyorum… Dünyadaki cadıların son temsilcisi süpürgesine ters binmiş uçuyor🧹 İşin doğrusu, millete laf anlatmak yerine süpürgesinden sessiz kahkahalar savurmayı tercih ediyor 😁

    An bu anki hal ve durum budur. Hiç kimseye her şeyi açıklamak için herhangi bir çaba göstermeye hiç niyetim yok. Üstelik belgisiz zamirlerin alayını kullanınca onlar da susmuş sayıldı bence.. Öyle melankolik bir içe kapanış olmasa da, sesin hacmi azaldıysa yeniden dolması için bir süre susmak gerekir… Sesi ve sözü şarj eden, susmaktır bazen.. Ancak durgun sularda, yıldızlar tüm parlaklığıyla yansıyacaktır belki de!..

    Hadi öptüm, çüüüs!😘

  • Koroniçe

    Bulaşıcıdır. İnattır. Gıcıktır. Uydurukçudur. Delidir. Fecenayip şahsına münhasırdır.
    Okur! Yandığının resmidir. Gel, yol yakınken okurluk durumundan istifa et. İçeriğin olası zarar ziyanından yazar değil, uygulamaya kalkan komik okur sorumludur. Ona göre!!

    Herkes gibi ben de uygulamalı korona hapsi içindeyim. Devletime göre ehtiyar sayılmadığımdan aslında hafta sonları haricinde mecvuuur değilim😩 ama evdeki resmî ihtiyar heyetine bulaştırmamak için kendimi hapsettim.. anahtarı da kuyudadır! 🔗🤪

    Bu zor günlerde evinde ekşi mayanın bizatihi kendisini üreten yetenekli arkadaşlar olduğunu duyuyorum. Ya da Ramazan pidecisine rakip olanları, Bursa iskenderinin alasını yapanları, el sanatlarında da faaliyet gösterip kendine ve mahalleye ebruli maske-eldiven trikotaj üretimine geçenleri.. Hepsinin farkındayım…

    Bende ise bu anlamda gram gelişme olamadı. Hala mayanın yaşını ve kurusunu ayıramayan bir insanım… Hala fırına girip pidelere baka baka ‘’pide çıktı mı acaba?’’ sorumla fırıncıda halüsinojen etkilere neden olabiliyorum… Hala soyduğum elmayı çöpe atıp kabuklarını tabağa koyarak servis yapabiliyorum… Yıllara meydan okuyan muhteşem kişiliğimi korona da tanısın isterim.

    ‘Evden haftada bir zaruri ihtiyaçların için çıktığın bunca zamanda hiç mi özenip mutfağa girmedin be kardişim’ demesinler diye ender çalışmalar yaptığım da oldu tabii..

    Onların birinde ayak barnaamı kırdım, diğerinde kafamı…

    İlki mıtbak mıntıkasının dışarlığında gerçekleştiğinden tam mutfak kazası sayılmaz bence..

    Olay tümüyle insteyramlara ayıp olmasın diye odadaki yayına doğru depar atarken ayağımı portmantoya çarpmamdan ibaret… Çıkan sesten önce dolap kırıldı sandım.. Mikrosaliseler içinde ‘portmantonun acısını niye ben hissediyom ki’ düşüncesiyle yüzleştiğimde anladım ki kırılan benim barnahmış…

    İnanır mısın, o an ayak parmaklarım film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Her birini ayrı ayrı defalarca kırmışlığım olduğundan bu gösterim, Scorsese filmleri gibi biraz uzun sürdü… 🎞

    Prometheus’un bitmeyen cezası misali, senede beş kez kırılıp kendi kendine yeniden kaynayan ayak parmaklarımın devrimci bir evrimden geçiyor olduğuna eminim! Ağaçlara neyin tutunmak için maymunlarda pek gerekli bir minnaklık oldukları kesin. Ancak biz homo sapienste böyle ponçik gibi ayak uzantıcıkları pek manasız kanımca… Fikrim odur ki bu oluşumlar, evrimin bir sonraki basamağında tümden ve totalmen yok olücüklür. Ve yine inanıyorum ki bu konudaki engin çalışmalarım nedeniyle evrimin ilk halkası benim! 😁

    Tepeden tırnağa yaptığım kazalarımın ikincisi de tahmin edebileceğiniz üzere tepemde oldu. Dün gece alnımın ortalık yerini buzdolabının tam ortasına denk gelecek şekilde çarptım… Gerizekalılığımı temsilen hafif bir şişlik oluştu… Çatlaklığı konusunda bir şey söyleyemesem de kırılmadığını umuyorum 😏 Kırıldıysa da şimdi korona düşünsün 🤣

    Hehehö, hoş geldin korona! 👑

  • Ergen

    Bulaşıcıdır. İnattır. Gıcıktır. Uydurukçudur. Delidir. Fecenayip şahsına münhasırdır.
    Okur! Yandığının resmidir. Gel, yol yakınken okurluk durumundan istifa et.

    İçeriğin olası zarar ziyanından yazar değil, uygulamaya kalkan komik okur sorumludur. Ona göre!!

    Ergenlik hababam ve herkeste aynı homurdak süreci izler. Kafası kırık hormonlar evrimin bu vazgeçilmez geçiş sürecinde milyonlarca yıldır aynı şekilde salıverilirler… Babamınkiyle benimkinin arasındaki tek fark, içinde bulunulan çağın şekillendirmesi ile alakalı bence..

    Sen yine de bunu bilimsel bir yazıymış gibi okuma… Durum, daha çok benim kel gözlemlerime dayalı bir serzeniş. Hatta serzenemeyiş.. Çünkü ergen dediğin olumsuz sever 😁 Sürekli bir ‘’La minörün kadar konuş şekerim‘’ saykolocisi içindedir. Ne de olsa hormonluluk bunu gerektirir.

    Bu olumsuzluğun davranışlara nasıl yansıyacağını ise tümüyle içinde yaşanılan yer ve zaman belirleyecektir…

    Örneğin 70’lerde doğup ergenliği 80’lere denk gelenlerin ergen mutsuzluğu ve huysuzluğu görünüm itibariyle hayli hüzünlüdür.

    80’li yılların bu üzünçlü ergen prototipinin kaşları kulaklarından beş santim aşağıda ve iki yana sarkık, gözleri Mars’taki volkanik kayaları görecekmişçesine uzaklardadır. Göz pınarları hep yaşlı, burnu bizim Karabaş gibi hep nemlidir. Shakespeare kumpanyasında rolüne çalışan metot oyuncusu misali ‘nasıl en mutsuz durabilirim’ alıştırması gibidir 80 ergeni…

    Müziğin illa ki la minör’ünü; erkek/kız arkadaşın akorsuzunu; insan ilişkilerinin ilişkisizini tercih etmiştir. Örneğin en çok dinlediği zamanın hitlerinden Lionel Ritchie’nin Hello’su bile pek sıcak bir merhaba gibi değil de daha çok ‘ne var, bencileyin bir yalnıza mı bakmıştın arkadaşım’ hissiyatı içindedir…

    90’lar tam bir değişim ve davranışsal evrime işaret eder. Bu dönemin ergeni daha çok donuk bir mutsuzluk içindedir.

    Gece gece gözüne ışık tutulmuş tavşancık misali ‘’kal geldiyse alalım abi..’’ duruşu hakimdir. Anne baba tarafından gösterilen ilgi ve şefkatin ‘huaa’, ‘nuhaağ’ ya da ‘vuaagk’ gibi iki heceli sesler çıkartarak yanıtlanmış olması olağandır… Ne dertleri olduğu anlaşılamadığı gibi kendilerine ne bokun iyi geleceği de bilinememiş ve bu devreyi bilgisayarları ile başbaşa geçirmelerine ekseri müsamaha gösterilmiştir.

    Sıklıkla dinledikleri, tekerlemelerden oluşan tek notalı şarkılar; en bayıldıkları film ise iklim olarak donuk ve soğuk sularda geçen Titanic’tir.

    Bana sorarsanız milenyumun başından günümüze (2019) ergenlik, aynı davranış kalıbı içinde kendini tekrar eden bir duraklama devrine girmiştir. Genel olarak bunu, hormonların dışa vurumunda bir gereksiz özgüven, bir kendini beğenmişlik, bir kendi dışında her şeyi yok sayma hali olarak sayabiliriz.

    80 ergenlerinin kendini küçülten negatif sesi ve 90’ların apatik sessizliği, 2000’lerde yerini boş teneke misali gümbür bangır bir olumsuzlamaya bırakmaktadır.

    • ‘’Oğlum patlıcan yaptım yer misin?’’
    • ‘’HAYIR ANNE, HAYIR YEMEM! SEN BİLİYOR MUSUN TÜM DİJİTAL PLATFORMLAR VE BİLİM PATLICAN İÇİN NE DİYOR!!! …. …. …..’’

    (Alt metin: Annecim, ben 2000’lerin ergeniyim. Hormonlarım gereği sana muhalefet etmem lazım. Konuyu da hakkında hiç bir bok bilmediğim bilimin üstüne atmam ve bunu benim ne büyük bir gerizekalı olduğumu anlamaman için davul çalarak söylemem şart. Benim dışımdaki her şey yalan, tek gerçek benim! Yani bağırırsam böyle olur bence 😨 Instagram ve dünya benim etrafımda dönüyor ki zaten)

    Bu alt metinle okuduğumuzda konu biraz daha anlam kazanabilmektedir…

    Bu vesileyle gelmiş geçmiş tüm ergenlerimizin bayramlarını kutlar, yeni ergenlerimizin ailelerine ve yakınlarına sabırlar dilerim efenim! Kulak tıkaçları ve aldırmazlık pelerinleri hediyemizdir…😜

  • Neomasallar

    Bulaşıcıdır. İnattır. Gıcıktır. Uydurukçudur. Delidir. Fecenayip şahsına münhasırdır.
    Okur! Yandığının resmidir. Gel, yol yakınken okurluk durumundan istifa et.

    İçeriğin olası zarar ziyanından yazar değil, uygulamaya kalkan komik okur sorumludur. Ona göre!!

    Zerre eğlenecek ya da eğlendirecek havada değilim.. Bugüne bugün güç verme desteğine gittiğim arkadaşıma sarılıp ondan daha fazla hıçkıra hıçkıra ağlamayı başarmış bir insanım. Şu an utancımdan magma yarılsa altından ek kat çıksa da onun altına girsem diye fırsat kolluyom…

    Duygu halceyizim bu iken ömür denilen şu kısacık lahzayı nereme monte edeceğimi de şaşırmaktan halliceyim. Hayatını illa ki bir şeyin ucuna ekle deseler olsa olsa ‘’elit bir  kokteyl’’e sarı kültür zeytini olarak ekleşirdim herhalde… İşte bu kokteyl içinde gelene gidene göz kırparken eski masallara yeni sonlar uydurmaya başlamamış mıyım meğer?..🙀

    Eh, o halde buyrun yöre soslu masallar diyarına; şunlar, bunlar, onlar ersin kerevetine!..😏

    Uyuyan Güzel:

    Uyuyan gözel hanım kızımız, gözellik uykusundan nasıl uyanır temalı masalımız, oldukça tembel bir kızın yün iğirmeyi öğrenmemek için devirip yatmasını anlatır. Disney versiyonuna göre Prenses Aurora adlı kızımız aslında son derece iyi bir oyuncu ve hipnozcudur. Kendi mışıl mışıl uyurken etrafındakiler pat pat tahta ayakkaplarıyla dolaşıp onu rahatsız etmesinler diye şatodaki herkesi de beraberinde fosur fosur uyutur.

    Peh ama ne uyku! Popolarında sinekler uçuşa uçuşa derebeyi babası, derehanımı anası ve şatocak , masal bu ya, 100 yıl filan uyurlar.. Bu durumdan o şatoya bağlı köylülerin rahat bir nefes aldığını düşünmüyor da değilim. Charles Perrault nedense olayın bu yönünü örtbas etmiş kanımca.. Bin yıl uyuyup tam da Fransız ihtilalinde uyanaymışlar ne eğlenirdik ama!😁 😁

    Tembel gızın şatosunun önünden tesadüfen geçen keloğlanın biri bir de bakmış ki her tarafı otların botların bürüdüğü, böcüklerin bile ötmediği, çıtın çıkmadığı, bak bak bitmeyen heyyula gibi taştan şato! ‘’Amaaan..’’ demiş, ‘’karnım tok, sırtım pek, dertsiz kel başıma dert mi alcam durduk yere?’’… Annesinin çıkınına koyduğu kıymalı pideyi ısıra ısıra geçmiş gitmiş…

    Kişisel gelişimci bilmişler bunu, keloğlanın challenge’dan kaçındığı için fırsatları kaçırması olarak görmüşler. Halbuki onun arkadan gelen Çulsuz Piyer’e yol açtığının farkında değillermiş!.. Ya da sanki Prens olmak herkes için fırsat sayılırmış gibi!..

    Arkadan gelen Çulsuz Piyer, meraklanıp içeri giriveemiş de gızı da görügörüveemiş!..

    Şiveyi topluyom hemen!

    Kız bunu görünce uykusunu aldığına kanaat getirerek uyanmış. Nişan-düğün ortak merasimine fit olup evlenmeye karar vermişler… Şato kurallarına göre damat halayı çekme şartı olduğu için herkesi de uyandırmışlar.

    Kızını elin oğluyla görünce punduna getirildiğini sanan derebabası, ‘’heriif herif! Değil çeyiz sandığı, bana bir yaşmak bile göndermediler!!’’ diye fiştekleyen dereanasının da verdiği gazla, uyanan prensesi Fransız adetlerinden olduğu üzere kızılcık sopasıyla eviree çevireee dövmüş.

    Onlar ermiş muradınaaa…😁

    Rapunzel:

    Bunun sonu çok feci! Sen kızın saçları hava kirliliğinden midir stresten midir şaaak! diye dökül.. Hem de sevdiceği oğlan tam kuleye tırmanırken!.. 😭 😭

    Yerim bitti. Daha fazla yazamıyorum.. Editöraanım olarak yeri idareli kullanmazsam yerin sahibi kızıyo😩

    Korsan son söz: Masallar derya deniz!.. Ve daha süprüslü ve ışıldaklı kısmı şu ki her masal, masal değil!.. Sen içine ne koyarsan, neye inanırsan o!.. Çoğu da sonradan eklemeler ve süslemelerle değişmiş zaten…

    Anlayacağımız, Sümerlerden bu yana bayağı masalımsısı var insanoğlunun!.. Hahhaa, demek ki neymiiiş: Perrault öldü, yaşasın siteböcügüüü!😜

  • Dedikodumcum

    Bulaşıcıdır. İnattır. Gıcıktır. Uydurukçudur. Delidir. Fecenayip şahsına münhasırdır.
    Okur! Yandığının resmidir. Gel, yol yakınken okurluk durumundan istifa et.

    İçeriğin olası zarar ziyanından yazar değil, uygulamaya kalkan komik okur sorumludur. Ona göre!!

    Neredeyse kalıtımsal hobilerimiz arasında sayılabilecek dedikodu, yaşlandıkça benim de yapmaya doyamadıklarım arasında baş köşedeki yerini almaya başladı!..

    Bir kere kaynak gereksinimi sıfır bir alan. Her yer maden, her yer cevher fışkırığı! Sonra muhteşem bir yaratıcılık, merak, görünenden görünmeyene, bilinenden bilinmeyene yolculuk!.. Üçüncü olarak insanları etkileme, kendi tarafına çekerek destek ve kabul görme, anlaşılma tatmini!.. Dördüncüsü, ‘’sen duymamışsındır, gel bak anlatayım’’ eşsiz hizmetiyle sosyal hayatın  baş sohbet açarı!.. Beşincisi ise altın günlerinin taçsız efendisi, davetlerin bloody mary’si, kına gecelerinin yüksek yüksek tepeleresi, düğünlerin çok katlu pastasu ve dahaların dahası!..

    Ayrıca sanır mısınız ki dedikodu sadece amatörler tarafından ve amatörce yapılır?.. Hayır hayır, bol sıfırlı reklamların havalarda uçuştuğu magazin alemlerinden bahsetmiyorum!…

    Sanayi devrimi 4.0’ı gerçekleştirememiş olsak da dedikodu devrimi 100.0’ı deviren ışıltılı, şaşaalı, obcektifler ötesi performans sistemli kurumsal hayatlarımız tam da bu noktada beni anıyor gibi niyeyse… Terfilerin, işe alınmaların, yetenek gelişimlerinin büyük büyük sözcüklerle değerlendirildiği o en ballı yönetim sohbetleri, haşmetlü siyio’lar gözlerimin bebişlerinde ahenk içinde raksediyorlar!..

    Duyduklarının hiç birine inanma, gördüklerinin de yarısına inan demişler. İyi de bunu söyleyenler kimler? O bilge insanlar.. ve biz bilgeleri youtube fenomeni olmadıkları sürece dinlemeyiz!.. Ama o an için sırada bekleyen öncelikli konuşma konumuz yoksa pekala ve mükemmelen onların da dedikodularını yapabiliriz!… Yeri gelmişken Edgar Allan Poe’nun dedikodusunu da yapalım mı?..😏

    Kendimiz hakkında kafa yorup ileride gerçekleştirmek istediklerimize dair neşeli hayaller kuracağımıza başkalarının hayatını dikizlemek daha cazip, kolay ve çekici olan… Organik bişe yani!.. Bizim hakkımızda olmadığı sürece gıybetin yan tesiri bulunmamaktadır da diyebiliriz.. Belki zaman içinde milletin hayatına dikiz ata ata, göz adı verilen organımızın periskopa evrilmesine sebep olabilir o kadar! O da evrime inanmadığımız için sorun olmaz bence… Zaten evrilecek de bana mı evrilecek!..😩 İnsan evrende inanmadığı müddetçe keyifle dedikodu yapar!..

    Herkes bu dünyaya bir eser bırakmak istemez mi hem?… Biz de dedikodu bırakalım ne var..😁 Bence günü yaşamak, iz bırakacağım diye fazla kasmamak lazım. Sümüklüböcek de iz bırakıyor netekim…

    Blog blog matitas kafasıyla yazdıklarıma bakıldığında öyle sanıyorum ki herhalde doğumda kordon filan dolandı, bu anamın haberi yok???! Amaaan bazen kafaların karışması çarşaf gibi dümdüz kalmasından iyidir. Salla gitsin!! Ehihüğ, yaşasın dedikodu devrimi 100.0!..😜