Tag Archives: hikaye

Hayatım Roman – Damak Çatlatan bir Sohbet-Oyun!

Yazıyoor! Yazıyooor!.. Tiyatroyla kim olduğumuzu öğrenmek ve kim olacağımızı anlamak için haşır neşir oluyorsak usta oyuncu Ali Poyrazoğlu kitabını yazıyor!

Madem siz tiyatroseverleri yazımıza çıngırdaklarla, gülle aşkla davet ettik; o halde  borcumuzdur sesi ve sözü soluksuz resmetmek!

Diyelim biletleriniz cebinizde!.. Yepyeni oyun Hayatım Roman için kalbinizde kuşların kanat sesleri! Salona geçip bir an önce yerlerinize oturmak, sanatın uzunluğuna ve hayatın kısalığına şahit olacağınız o eşsiz performansa hazırlanmak istiyorsunuz. Bence geçebilirsiniz!..

Çünkü salonda, gösteri başlayana kadar seyircisini her zaman olduğu gibi birbirinden güzel müziklerle karşılayan Ali Poyrazoğlu’nun son oyunu Hayatım Roman’ın büyüsü dolanmaya başladı bile! Sanatçının malum yeteneği ve zekasına ek olarak seyircisine gösterdiği özen de öyle kaliteli, o denli birinci sınıf ki!.. Henüz salona girerken yumuşacık melodilerle sıcacık sarmalandığınızı, size değer veren ve söylecek sözler biriktirmiş dev bir adamla muhteşem bir gece geçireceğinizi DNA’nızda hissediyor olacaksınız, yine!…

Yerlerinize geçtiyseniz ve naçizane blogumunun satıraralarındaki cep telefonu gezintinizi bitirdiyseniz, sahneyi süzmeye başlayabilirsiniz!

Bugüne bugün, Ali Poyrazoğlu’nun özel tasarlanmış kostümsüz ve dekorsuz oyun açtığını görmedim. Dolayısıyla sahne dekorunun yine özel olduğunu farkedeceksiniz!.. Poyrazoğlu’nun kendi kitaplığından dev baskıları yaptırılan o güzel günlerin cebir, tarih, kimya, edebiyat, felsefe, mantık kitapları, silgiler, defterler…

Hazırsak gösterimiz başlamak üzeredir!

Bu yazımda oyunun, daha doğru ifadeyle karşılıklı etkileşimli sohbet-oyunun, 14 Şubat 2020 tarihli açılışından damağımda kalan o muhteşem lezzeti paylaşacağım!.. Sorumluluk reddimi de hemen eklemeliyim. Keza hepinizin romanı ufak tefek değişiklikler gösterebilir. Oyunun resmi tanıtımına atıfta bulunarak, ‘kovulamayacağımız tek cennet olan anılarımızı her anlatışımızda farklı bir şekilde paylaşma’ özgürlüğüne sahibiz!… Ya da oyundan alıntı ile ‘hepimiz hayatımızın nasıl bir roman olacağına kendimiz karar vermekteyiz’… Hayatımızın romanını değiştirmeye cüret ettikleri anda yayınevini değiştirmek de buna dahil!..

Gelelim benim Hayatım Roman’ıma!..

Poyrazoğlu’nun herkesi dahil eden, herkesi kucaklayan o insancıl söylemi ile yıllardır kumbaraya atar gibi biriktirdiği seyircisiyle beraber sahnelediği Hayatım Roman, Nazım Hikmet şiiri ve Zülfü Livaneli bestesi Karlı Kayın Ormanı ile başlıyor! Ama ne başlamak! Poyrazoğlu, alıyor mikrofonu eline, seyircilerin arasında gezine gezine, gözlerimizin içine baka baka akıtıyor şiiri ve müziği kalplerimize!..

Ve girişteki aynı tempo aralıksız, tam iki buçuk saat boyunca bir saniye olsun düşmüyor. Tek başına bu bile, ustanın her oyununun tam kapasite ile salonları doldurmasının tesadüf olmadığının göstergesidir! Özetle, ünlü bir rejisör ve oyuncumuzun dediği gibi ‘Şekerim, adam döktürüyor!’ 😊

Ayrıca tiyatrosunun demirbaş seyircisi olarak, Ali Poyrazoğlu’nun müthiş kilo verdiğini, şahane sağlıklı göründüğünü ve iyice gençleşmiş olduğunu da eklemeliyim! ‘Gençlik iksiri ararken bu blog’a düştüm’ diyen değerli okuruma bildiğim en etkili gençlik aşısı olan tiyatroyu tavsiyemdir! Salt okuruma değil, V. Hugo’yu beşinci hügo olarak okuma potansiyeli taşıyan değerli yazarıma da tiyatroyu tavsiye eder, haftada üç kez itinayla Ali Poyrazoğlu oyunu reçete ederim!

 ‘’Aynayı tuttum yüzüme/Ali göründü gözüme/Nazar eyledim ben özüme/Ali göründü gözüme’’den yola çıkan hikaye herkesin önce kendi farklı yaş ve zamanlardaki hatalarıyla ve/veya acılarıyla yüzleşmesine, aynayı başkalarından önce özüne çevirmesine, kendini anlamasına ve nihayet kendi üzerinden dünyayı anlamaya, kabul etmeye ve sevmeye başlamasına doğru evriliyor.

Çok, en çok, en büyük, ep-en büyük gibi anlamsız nitelemelerin ötesinde iyilik, güzellik, zarar vermemek gibi niceliğe önem verilen duygu ve tanımlamalar; önümüzde yaşayacağımız kaç santim hayatımız kalmış olursa olsun Behçet Necatigil’in şiirindeki gibi doğduğumuz yılla öldüğümüz yıl arasındaki o çizgiyi nasıl doldurduğumuz anlamlı olan… Heyyula gibi dikilip hiçbir işe yaramayan saçma sapan bir beton yığını olmaktansa dallarına kuşların yuva yaptığı, gölgesinde çocukların sallandığı, yapraklarında uğur böceklerinin gezindiği bir ağaç olabilmek belki de!..

Kronolojik olarak, ustanın paylaşacağı sayfaları seyirci seçebiliyor ya da istediğimiz anıdan başlayabiliyoruz 😉 Sanatçının doğumundan öncesi ile başlayan anlatım, ‘’köşkümsütrak’’ evlere, henüz 17 yaşındayken yaptığı oyun çevirilerine, ‘’çini soba’’lı ilk tiyatrosuna, Shakespeare’in özellikle 29 ve 30 numaralı sonelerine, yıllar boyunca oynamak için yanıp tutuştuğu ‘’o’’ rolü nihayet sinemada canlandırışına, ve ‘yok artık!’ diyerek kahkahalarla eşlik edeceğiniz kendi ölüm sahnesine kadar uzanıyor.

İpucu vermek gibi olmasın ama örneğin ödül aldığı ve ödül verdiği hatıralarını canlandırdığı bölümlerde varsa takma diş, kirpik ya da peruk gibi aksesuarlarınızın gülerken ön koltuğa fırlamaması bakımından tedbir almanız konusunda önemli uyarımı da şuraya iliştirmek isterim.

Ali Poyrazoğlu, ara vermeksizin iki buçuk saatin üzerinde sahneden beynimize dokunuyor! Duygulandırıyor, düşündürüyor, ayna tutuyor, eğlenceli ve dolu dolu bir anlar bütünü armağan ediyor!.. Öykünün en keyifli yanını, yani anı hem yaşıyor hem oynuyor. Her hal ve durumu böylesine lezzetle yaşayıp lezzetle sunan bu usta ve on bin yönlü sanatçının binlerce yıllık seyircisi, pardon oyuncusu olarak, sahnedeki önemli farklarından birisinin anı yaşarken ve oynarken duyduğu haz olduğuna yürekten inanıyorum!

Dönelim o güzel günlerin cebir, tarih, kimya, edebiyat, felsefe, mantık kitaplarına… Bu satırların yazarı, Fen Lisesi mezunu olmasına rağmen ne yazık ki o güzel zamanlara yetişemedi.. müfredat gereği Felsefe ve Mantık oku(tul)madı – not: annesi okumuştu, Fransız, İngiliz, Holandalı yaşıtları da okumuştu.. Bin yıldır bilim felsefesinin temelini oluşturan Mantık’ın Fen Lisesi’nde dahi okutulmamasından daha kötü ne olabilir ki derken bundan daha da kötüsü, şairin deyişiyle ölüm gibi ya da beyin ölümü gibi bir şey oldu.. Yazarı takip eden neslin matematik okuması dahi abes sayıldı.. İnsanı korkuları ele geçirdi; insanoğlu kendi yetersizliğini baskılamak için korkuyu ve kötülüğü hakim kıldı.. Ve biz bunlara rağmen insan mı sayıldık? Ne yazık ki felsefe okuyamadığım için bazı soruların yanıtını bilemiyorum…

Kadim zamanlardan beri dünya uygarlık tarihinin gelişmesinin temel kilit taşlarından bilim ve bilimsel eğitim son yıllarda ağır yaralar almış olsa da ikiz kardeşi sanat ona destek olmaya çalışıyor, hala!..

Kitaplarda yazan son cümle yok olana, koltukların arasındaki şakacı son replik düşene kadar yaşam biçimlerimize ve hayatlarımıza sahip çıkalım diye de gülmeceli bir sesleniştir Hayatım Roman!

Hayatlarımıza, yaşam biçimlerimize sahip çıkarken içinden Atatürk geçip geçmediğine tekrar tekrar bakmamızı hatırlatır oyun! Bakalım ki; saldırmayan, ne kadını ne çocuğu ne güçsüz olanı ikinci sınıf görmeyen, öldürmeyen, hükmetmeyen, herkesi korkutup sesini kısıp ağzını açmasına engel olmayan, birlikte ve beraber uygar bir yaşam sürebileceğimiz insana yakışan romanlar olsun hayatlarımız!

Evrende hiçbir şey yoktan var, vardan da yok olmadığına göre eminim o cebir, tarih, kimya, edebiyat, felsefe, mantık kitapları bir yerlerde duruyordur!.. Onları bulup üzerlerindeki kalın ve kaba örtüyü kaldırmak bizim elimizde!.. Bunu da bize bizden başka kimse yaptıramaz..

Ekseri uzaklarda bir yerlerde sihirli bir değnek arıyoruz. Oysa ki mucize biziz, bilmiyoruz!..

Mucize hayatı çekilir kılan tiyatroda, kitapta, sözde ve yazıda! Öncelikle kendimizden korkmak yerine kendimizi anlamaya, bulmaya ve kabul etmeye çalışmamızda; insanların ve kaderin gözünden düştüğümüzde bizi anımsatacak şeyin korku değil sevgi olduğunu bilmemizde!

Kendi öyküsünden yola çıkıp yaşamı insanca ve eğlenceli bir okuma pratiğine dönüştüren yeni Ali Poyrazoğlu oyunu Hayatım Roman’ı kaçırmayın!

Yeni Yıl

Bulaşıcıdır. İnattır. Gıcıktır. Uydurukçudur. Delidir. Fecenayip şahsına münhasırdır.

Okur! Yandığının resmidir. Gel, yol yakınken okurluk durumundan istifa et.

E niye yazmıyosun, niye çizmiyosun (mecazen…)? Öldüm belki, sordun mu? Ondan sonra nerede benim sırma saçlı blogcum diye ağlamayı bilirsin. Tıpkı elinden kaçırdığın değerlere dövüne dövüne ağladığın gibi…

Değer dendiğinde akıllara aşure, makarna, kuru fasülye dağıtmanın geldiği bir dönemden geçiyoruz biliyorsun. O da bir şey tabi. Kapalı kutular yerine şeffaf taslarda dağıtıldığı sürece besleyici bir eser. İstediğin yerinden beslenmek serbestisi de içinde…

Yine bu bol menkul kıymetli ve değerli günlerden birinde feyz aldığım harikulade yaşanmışlıklar olmuştur ki bir daha yaşanmışlık kelimesini balık kavakta çilingir sofrası kurana kadar kullanmayasın diye anlatıyorum:

Azman mertebesinde gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan adamları ile işler yaptığım geçtiğimiz yazların birinde veri gizliliği gereği ismini açıklayamayacağım pem hanım benim canımdan bir e-posta aldım. Kendisiynen daha önce postalaştığımız olmamıştı. Lakin ünü kıtaları aşan trans-kıtlantik yazarınıza ilk postasını işbu vesileyle gönderme bahtiyarlığına erişen pem hanım benim canım, ramadana denk gelen tarihlerde ülkemizi maailecek ziyaret etmek istiyor, amma velakin federal güvenlik tarafından kırmızı alanda göründüğünü iddia ettiği ülkemle ilgili başlarına bir şey gelmeyeceğine dair benden bir nev’i güvence talebinde bulunuyordu.

Tabi ki kendisine, başına bir şey gelirse ahan da seyahatinin sigortası benim, diyecek beyazlıkta olmadığım için önce gezilecek görülecek mekanları anlatayım diye düşündüm ve ülkemizin doğal güzelliklerini ballandıra ballandıra anlatmaya başladım. Yazdıkça coştum, coştukça yazdım; santim santim gezdiğim yerlere karşı bende bir ekistira hayranlık, bir yeniden keşfetme isteği, aklın şaşar… Rehberler odasından madalyalı kokart hak etmediysem ne olayım! İstanbul’dan girdim, Kapadokya’dan çıktım. Künefeden kerebice, zahter salatasından sac kavurma oruga, boşnak büreginden çiböreğe, arada Sümer, Lidya, Hitit, Frig, Urartu ne kadar uygarlık & tarih & coğrafya & kültür varsa döktürdüm. Postanın en sonuna da nezaketen sorusunu açıkta bırakmamak için valla sana ne kadar Ramadansa bana da o kadar gibisine yazıp postalayıverdim.

Nev’i şahsıma akşam olduğu için elektronik teçhizatı kapatıp dışarı çıkmışım. İstanbul güzel ve uçsuz, ben şaşılası delilikte, gez ya kulum emri az önce inmiş, mecbur çıkılacak. Pem ablalar ise gelişmiş ve fekat taymzon olarak gerişmiş bölgede olduklarından, bir de Boğaz sahibi olmadıklarından nedenle çöldeki klimatize bilgisayar odalarından oturup bana yanıt yazmışlar: ‘peki yediğimize içtiğimize karışırlar mı, başımıza bir şey neyin gelir mi?…’ Ertesi gün kırmızı ojeli tırnaklarımı kemirirken ‘Ne bileyim tatlişko’ demek istedim, Amerika‘yı ben keşfettim sanki…

Sonra aradan haftalar geçti, Ramadanın göbeğinde bir akrabanın vadesi doluverdi. Yakınlarla birlikte olmak için acilen şehirlerarası otobüs yolculuğu yapmak durumunda kaldık. Tesadüf cumhurbaşkanı adayı olarak gösterilen muhterem zatlardan birinin açıklanacağı helecan dolu mübarek günlere de denk düştük. Şoför ve sözüm ona muavin arasında geçen konuşmaları laf ebesi olarak özetlemeye bilmem dilbilgim ve hafızam yeter mi? Her şeyi laf ebenden bekleme, yetmediği yerleri sen doldur hayal gücünle!… Konuşmalar özetle: ‘Bu ne gardaşım ya, eskiden saygı vardı, Ramazanda her yer sımsıkı kapalı olurdu, şimdi tüm dükanlar aççıh a.k.’

Kaybımız nedeniyle ağlamaktan şişmiş gözlerle (laf ebelerinin de anatomik olarak kalbi ve gözleri mevcuttur) işte o saat değerlerimizi düsündüm ey Okur. Bu ne gardaşım ya dedim, eskiden pem bize böyle sorular sormazdı, en fazla Kapadokya’ya nasıl gidebilirim acaba diye sorardı, şimdiki pem’ler çok değişti yahu diye değişen yeni pem’lere hislendim…

Bir sonraki yaz planlarına yönelik sorusu olan macera tutkunu taife için peşin peşin söyleyeyim ki: Kim olursan ol gel ama gard’ını kap da gel. Ne beni sorularınla uğraştır ne de kendini… Hadi asabiyetten uzaklaşıp trendy bir eller havaya ile ortamı şenlendirelim: Arabım fellahi Severim billahi Çekerim silahi Vururum vallahi.

2015’e bu duygu ve düşünce bütünlüğü ve komple ruh sağlığı içinde girerken sana ne dileyeyim ki Okur! Yeni yıl, benim hakkımda ne düşünüyorsan sana iki katını versin…