Bulaşıcıdır. İnattır. Gıcıktır. Uydurukçudur. Delidir. Fecenayip şahsına münhasırdır.
Okur! Yandığının resmidir. Gel, yol yakınken okurluk durumundan istifa et.
Bazı şeyler hep varmış gibi.. Ya da varmış gibi de yokmuş gibi.. ‘’Dergimiz Penguen son 4 sayısına girdi, önümüzdeki sayımızda uzun uzun anlatırız. Sevgiler…’’ Ne demek ki bu şimdi dedik. 21’inden beri geçmedi günler…
Ve bugün geldi açıklama. Kötü bir rüya değilmiş, ‘on beş yılın başı bi’ eşek şakası da biz yapalım didik’ değilmiş… Bir Penguen gider, bin Penguen gelir filan diyesim var, ama diyemiyorum. Hayat neleri diyemeyeceğini acı acı öğretiyor insana. Akbaba’ya yetişmesek de dipli köklü Gırgır kuşağındanız. Mizah dergilerinin mitozla çoğalmalarını saniye saniye takip etmiş büyükleriniz olarak Penguen gibi ince, kıvrak bir dilin biricik ve tek olduğunu biliriz ve dahi sizden öğrenecek değiliz 😛 Misal, yetmiş beş milyon oturup geceler boyu düşünse birimizin dahi Antarktika’dan yola çıkıp 2500 yıllık bir kültürü kucaklayan İstanbul’da çiçek atan o Penguen’i yaratamayacağımızın farkındayız.. Ciğerimizde bir yangın var, şebeke suyunu bağlasan sönmez bir durum!
İnsan ve türevlerinin yaşamında Perşembe pazarında döne döne topatan kavunu arar gibi kaldığı zöbönk anlar vardır. Hani en tatlı, en ballı, en mis kokulu, en temiz, en doğal olanını bilirsin, tüm pazarı dolap beygiri gibi fır dolanır, bulamazsın… Bütün tezgahlar onu sattığını iddia eder. İddiası bol, malzemesi kıt tezgahlar hababam bağrışırlar: ‘’Bu öztopatan abicim, yedi göbektir topatan bunlaAar!’’ Halbuki, göze soktukları malın cırt sarı kabuğu dışında tadı da kokusu da yeşil çay odunu gibidir (yeşil çay üreticisi, odununu savunmaya girişme hemen!!). Mecburen ‘kim bitirdi beya bu lezzeti?’ diye diye, gözün o bereketli toprağa baka baka çeker gidersin..
Sonuç: bir yerde gölgelerin boyu biz sıradan insanların boyunu geçmişse o yerde güneş batıyor demektir.. Yok lan, araya kaynak yaptı, o değil.. Sonuç: o bıcır bıcır halimden eser yok şiiiğmdii! Çünkü Selçuk Erdem ve ekibini aşabilecek tek şey yine Selçuk Erdem ve arkadaşları, dolayısıyla bizim de arkadaşlarımızdır. Zira; Penguen’deki değerli dostlar 2002’den bugüne, okurlarına öyle incelikli çizgiler sundular ki herhangi bir dil bunları telaffuz edemedi. Öyle sözcükler seçtiler ki baharın tüm renkleri onların yanında hırtlamba gibi kaldı. En kırılgan, en umutsuz anlarımızda su gibi duru ama bir o kadar da elmastan sıkı duruşlarıyla o miniş kanatlarını uzattılar üstümüze, üşümeyelim diye…
Karşılığında biz ne yaptık? B.k yaptık. Söylediklerimiz kadar söylemediklerimizden de sorumluyuz demiş ya Martin Luther King, onlar söyleyince biz de söylemiş saydık kendimizi. Sözleri, sözlerimiz oldu. İzinli izinsiz kullandık. Hatta, onların olduğunu bilmeden kullandı bir sürüsümüz. Ve onlar, her seferinde, ‘’her canlı aynı nefesten alır, nefesleri bitirmek için kullanmıyorsanız sorun yok’’ dediler.. Bize hep sevgi, umut ve çiçek verdiler..
Gözlerde yaş yoksa kalplerde gökkuşağı açmazmış… O en tatlı çocuklar en kolay incinenlerdir belki de.. Umutları kırılmaya yüz tuttuğunda bir buz parçası gibi kararlı ve keskin olurlar.. Ne bileyim ben, belki de bu son açıklamaları gözlerimizdeki son kirpik düşünceye kadar ağlamaya devam edeceğimizi mi gösterir?.. Bildiğimse dünyayı değiştirenler salak çoğunluk değil, farklı düşünebilen cesur, öncü bir avuç insandır. Ve siz, hepiniz tek tek, o bir avuçtan dahi dünyalarca, yıldızlarca, galaksilerce kez fazlasınız! Biz sizi çok sevdik!.. Bizi sakın unutmayın olur mu?…