Blog

  • Liyakata El Salla!

    Bulaşıcıdır. İnattır. Gıcıktır. Uydurukçudur. Delidir. Fecenayip şahsına münhasırdır.
    Okur! Yandığının resmidir. Gel, yol yakınken okurluk durumundan istifa et.

    İçeriğin olası zarar ziyanından yazar değil, uygulamaya kalkan komik okur sorumludur. Ona göre!!

    ‘’Ökküs saraya girse padişah olmas, saray ahır olur’’ diye sevdiğim bir söz vardır. Çerkezlere ait olduğu rivayet edilir. Baba tarafından ol deli saraylı Çerkezzadelerden olmak münasebetiyle babamın bir kısım atalarının sözünü yine babamın malı gibi kullanabilirim diye düşünüyorum😁

    Çerkeşin olmasa da herkeşin ‘’her işi yapma halleri’’ne az şekerli tırıloyttuğumdan kimbilir hanki duygularla literatüre armağan edilen ⤴️ söz beni sabah akşam anmaktadır. Öyle ki o beni anmasa gezegen değiştirmiş olmayayım endişesi kalbimi gümletir, günün liyakatlileri kimmiş diye her telden listeleri deşmeye başlarım😩

    Ne yalan söyleyeyim, çeyrek asra yakındır elimi attığım her haberde mıhtişim insanların kendilerini mıhtişim işlere pek layık görmeleri keyif kahvemi beş kasırga şiddetinde köpürtmeye devam etmekte… İstikrar diye buna derim!.. Unutmadan, yoktur ama her ihtimale karşılık Türkçe’yi omurgadan konuşup yazanlar varsa kısa açıklamalar: Liyakat sözcüğü yaraşmak ya da layık olmakla ilintilidir. El sallamak ise sevdiğimiz bir şeyden ya da kişiden ayrılırken elimizin tamamını sağa ve sola doğru hareket ettirmemizden ibarettir. Muzur bir eylem değildir. Muzurluk bakanın gözündedir.

    Ha bir de sanılmasın ki alelade yönetici atamalarından ya da akademisyenlerin idari görevlerinden bahis-ül laklak yapma niyetindeyim. Katiyen de değilim. O konuları bana beş basarak anlatabilecek donanımlı haberciler varken benim neyime!..

    Benim laklak başka laklak. Bildiğin delilik… Dünya adını verdiğimiz şu ceviz tanesinde (i❤️u Nazım) insanın akıllısının açık sözlü ve dürüst olması iyi bir şey değildir. Temiz delirme şeysidir. Şanslısınız ki deliniz ayağınıza geldi😅

    Aslında bugün terbiyem üstümde. Yaniciğimesi, yarı deli sayılırım😜 O halde, konuyu poffidik ve golobik özet geçeceğim: çarpım tablosunu lisede anca öğrenip baba durumundan matematik prüfüsürü olan; mal ve hizmetlerin üretilmeden tüketilebileceğini sanıp iktisatçıların efendiliğine soyunan; tarihi yeniden yazıp senatolarda, lobilerde uydurduğu çakma tarihi oy çokluğuyla kabul ettiren; projeyi işin ilmini okumuş mimar yerine emmisinin oğluna fönkürtüp dolar yeşili kadifeden keseleri, deniz kumundan çimentoları, katar katar binaları bulunan; bırak okul notlarını üniversite giriş sınavında bile kuş kadar Türkçe soru yanıtlama geçmişini görmeyip oradan buradan (ç)al(ıntıla)dığı iki cümlenin belini kırdığını sanıp (acil şifalar dileğiyle) yazarlığını ilan eden; eğitimini maneviyat üstüne tamamlayıp son derece ‘’anne, ben maddiyat oldum!’’ işleri yöneten; zevk fukaralığı ve yetenek düşkünlüğünde bir dünya markası olup çağdaş sanat bienallerinde sanatçı sıfatıyla fink atan; oyunculuğu yüz gerdirme, botoks ve silikon trilogyasından ibaret sanıp kaşeyi arttırdıkça arttıran; kendi dışındaki tüm insanlardan nefret edip insan kaynakçılık oynayan; iletişimi sokakta görse tanımayıp gazete patronluğu taslayan insanlar filan varmış diye duydum. Golobik dedik ya, hem de her yerde varmış..

    Eğer sen de deliliğime ortaksan ya da bu gibi insanları bir yerlerden duyduysan benden duymuş olma ama tam tamına iki kişiyiz!😅 Sen ve ben, her işi yaptığını iddia eden her yeşilliğe tuzumuzla koşmasak dünya bize layık, ne güzel bir yer olur adeta! Az gelsen mi yamacıma, liyakata değil de layık olamayan herkese beraber mi el sallasak👋 🦧👋

  • Taç Giyme Törenim

    Bulaşıcıdır. İnattır. Gıcıktır. Uydurukçudur. Delidir. Fecenayip şahsına münhasırdır.
    Okur! Yandığının resmidir. Gel, yol yakınken okurluk durumundan istifa et.

    İçeriğin olası zarar ziyanından yazar değil, uygulamaya kalkan komik okur sorumludur. Ona göre!!

    Bu okuyacağın, taçlı aşı hikayesidir. Ya da “kızlar bana en çok bayılsın” sakallı entel abi deyişiyle ‘’yaşanmışlığı’’ 🤪

    Malum başımızda taçlı, tahtlı bir virüs belası.. Şakası yok, kime dokunup kimi söndüreceği belli değil.. virüsler vadisine çevirdi ortalığı!..

    Virüs bilgimiz kuş kadar olduğundan dünyacanak şaşkın ördeğe döndük😳 Konuya en çok şaşan da yıllardır ‘’pandemi kapıda!!! kuşun gribi, domuzun gribi, ebola’nın tribi, ahan da geldiii geliyooor!’’ nutukları atan ve karşılığında über organize olması beklenen Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) oldu. Bu vesileyle hepsine ayrı ayrı en derin öpücüklerimi iletirim.

    Velhasıl-ı kelam, DSÖ’den gelecek organize ve somut eylem planı ve takip beklentisi gümbürdediğinden üç yüz altmış derece etkilendiğimiz bu ciddi konuda her ülke kendi derdiyle ve nevi şahsına münhasır eylem planlarıyla baş başa bırakıldı. Yani anlayacağın kimi çaldı, kimi oynadı.. Artık yaşadığın enlem & boylamda bahtına hangisi düştüyse!

    Doktor olmamdan mütevellit benim boylamımda payıma aşı düştü. Ama nasıl düştü, düşene kadar hangi aşamalardan geçti, hele yanaş da anlatayım👂

    Konvansiyonel (moruk) hekim olarak öncelikle hastalığa yönelik tedavi çalışmalarının yapılmasını beklerken bilim, zor olanı başarıp aşı geliştirmeye soyundu – ki konuya hiç bir itirazımız olamazdı, zira bildiğin sapır sapır ölüyorduk.

    Bunu müteakip yerel otoriteler, hemen normal ruhsat süreçlerini devre dışı bırakacak acil kullanım onayı düzenlemesini devreye soktular – ki her otoriteninkinin ayrı ayrı eleştirilebilecek noktaları olmakla birlikte ölür ayak pek sesimiz çıkamadı. Sesimizi zaten genel olarak pek sallayan da yoktu.

    Günün sonunda; “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” şeklinde özetleyebileceğimiz risk yarar dengesini gözeterek kendimizi ruhsatlandırılamamış, ürün bilgisinin ne olduğunu bilmediğimiz, hatta ürünü görmediğimiz, etkinlik ve güvenlik verilerini net olarak kestiremediğimiz, beş bilinmezli bir denklemin içinde buluverdik. Yapacak başka şey yoktu… 2020’ye kadar hayatında kanıta dayalı tıbbı ve bilimi direksiyona oturtan bana güvenip danışanlara ‘’ne bulursanız onu olun’’ diyerek son derece nitelikli ve bilimsel tavsiyelerde bulunmaya başladım. Ne de olsa, kurşun döktürmenin ya da kader kısmetçi sürü bağışıklıkçılarının (!) halen bir tık ötesinde bir öneriydi…

    Diğer yandan, aşıya ulaşmak öyle kolay değildi… Teşbihte hata olmaz; aşı grupları, sağlık sistemine incir ağacı dikme durumlarına göre manavda meyva sebzelerin dizilmesi gibi kategorilere ayrılmıştı. En ön safa korona’nın en beğenip hüüüp diye yutmak suretiynen sağlık sistemini çöküm çöküm çökerteceği gruplar konulmuştu.

    Eksik olmasınlar, kendimi armutun iyisi gibi hissettim. Korona’nın bayılacağı grupta olduğumdan bana da aşı grubu önceliği tabelası düşmüştü. Ama aynı evde yaşadığım ve kronik hastalıkları olan 65 yaş üzeri anneme düşmemişti… Demek ki, ülke yöneticilerinin benim adıma korona’yla anlaşması vardı – anlaşma gereği, virüs bana bulaşsa da aynı odada yaşadığım anneme bulaşmayacaktı. Açıkçası, bu olağanüstü bilimsel durumu hakemli bir tıp dergisinde, ülke gerçeği olarak yayınlamam an meselesi.. Ne de olsa, dünyanın bizden öğreneceği çok şey var!

    Dediğim gibi, aşı grubu önceliğinde olduğumu biliyordum. Çeyrek asra yakın zamandır sürdürdüğüm mesleğimin ödülüydü bu. Lakin benim bilmem yetmiyor, hükümetin sağlık sisteminin de birey olarak beni bilmesi gerekiyordu…

    Sistemde ‘’haydi çocuklar aşıya’’ yazımın görünmesi için beklemeye başladım… Benim gibi bir kaç arkadaş daha Godot’yu bekler gibi bekleşmedeydik… Her sabah bilgisayarla kesişip duruyordum.. Bilgisayara, arayıp sormayan hayırsız evlat muamelesi yapmanın sonuç vermeyeceğini fark edip biraz eşeleyince anladık ki bizim anlı şanlı bilgiler sisteme otomatik aktarılmamış. Çeşitli telefon görüşmelerinden sonra, ayakkabı numaramıza kadar kişisel bilgilerimizi şahsi bir eposta adresine ilettikten 1 gün sonra sistem bizi tanıdı. Bu kadar uğraşı İngiltere’de versek şimdiye şövalye ilan edilmiştik diye düşündüm.. Hatta şövalyelik az kalırdı, korona’ya karşı taç giyme ya da giydirme törenindeydik!

    Hihhoho, nihayet, Çin’den dünyaya yayılan insanlık düşmanı virüse karşı Çin menşeili aşımı oldum. Yalnız anlamadığım, aşıyı ben oldum, yukarıda bahsettiğim sağlık sistemi anneme mesaj gönderdi: ‘’covid-19 aşınız yapılmıştır’’ diye… Blog’unuzun ayarıyla oynamayın, tekrar yazıyorum: Aşıyı ben oldum, mesajı anneme gitti. Haliyle ben şaşkın, annem şaşkın, galiba en çok da korona şaşkın.. Belki de korona’yı şaşırtma metotlarından biridir…

    Şu hayatta herkesin bir hikayesi var. Benim taçlı aşı hikayem budur😌 Bilinmezlerle dolu virüse dair aşımı oldum. Şimdi yoğurt gibi bekliyorum. Ya tutarsam?..

  • Ne Sen Sor..

    Bulaşıcıdır. İnattır. Gıcıktır. Uydurukçudur. Delidir. Fecenayip şahsına münhasırdır.
    Okur! Yandığının resmidir. Gel, yol yakınken okurluk durumundan istifa et.

    İçeriğin olası zarar ziyanından yazar değil, uygulamaya kalkan komik okur sorumludur. Ona göre!!

    Halimi ne sen sor ne de ben söyleyeyim.. Başka şey sorsan onu da söyleyebilir miyim bilmem..

    Ya da ben söylerim de sen bunu duymaya hazır mısın acaba, orasına dair pek fikrim yok.

    Yıllaaaaarla deve yüküyle ödediğim vergilerin bana bir covid-19 testçiği olarak bile geri ödenmediğini söylesem zaten duymazsın. Ama ‘’sana da ödenmiyor tatlı şekerim’’ desem onu da dinlemezsin.

    Nereden mi çıktı bu test saplantısı?

    Evde kal prensipleri doğrultusunda saksımdaki fesleğenin yanına kendimi ektim. Saksı, fotosentez ve ben bahtiyarım, ordan.. Yalnız, içimden bir ses habire arsız çocuklar gibi covid oldum diyo anlamsızca. HES kodundan ziyade içimdeki his koduna göre konuşuyom. Boşver, ciddiye alma!..

    Daha neleri ciddiye almayacağına dair, hadi bir beyin fırtınası bırakayım uzaya…

    Uzay dediğim saksının altındaki tabak… Elin Musk’ı, uzayı kapı komşu yapmışken şahsım adına uzaya başka bir şey bırakamamamdan değil de minnoş beyin fırtınamı bırakacak yer bulamamamdan ötürü daha çok..

    Şu kriz döneminde 2 milyon kadar yeme-içme sektörü çalışanını azıcık gelirsiz bırakan sosyal hayata dair uygulanan kapatma kararlarından ilkini duydun mu desem ‘’ustam, ordan bana iki paket ekmek arası battiz yollasana’’ dersin.. Merak ediyorsan, yollayamam, işim var! Ama yerel yönetimlerin oluşturduğu askılara asabilirim bir şeyler, dinliyorsan eğer..

    Diğer sosyal karar olan 65 yaş üstü kadınları buz gibi kış sabahının üç saati haricinde, erkekleri Cuma günleri Cuma namazı saatlerine ek muafiyet tanıyarak kadınlara göre daha az bir saatte eve kapatma kararının kadına yönelik bir haksızlık ya da hak ihlali olduğunu düşündün mü hiç desem… Ya da yalnız yaşayan 70 yaşındaki Nahide Teyzemlerin evine, öğlenleri mesela saat 1’i az geçe uğrayıp ya da telefonla arayıp bir ihtiyacı var mıymış diye halini hatrını soruyor musun desem, Cuma’daydım uğrayamadım mı dersin?.. Bilmem ki ne dersin?.. İnsanların iyi halini sağlama senin sorumluluğun değilse yanlış sorum için kusuruma bakma. Ha bir de hal hatır sorma da geleneklerimizdendir bu arada… Yine iyisi mi ben uğrayayım, sana zahmet olmasın. Sen Cuma’nı bozma, gelenek benim işim olsun..

    Beni hala dinleme hatta sorularıma yanıt verme zahmetine katlanan birkaç arkadaşımla konuşuyorum:

    – ‘’Bulaştı mı, bulaştı mı?’’

    – ‘’Deli misin yaa, nerden bulaşacak?! Evden dışarı burnumuzu çıkarmıyoruz ki’’

    Haklılar.. O burun, evden veya maskeden dışarı çıkmadıysa asayiş bir nevi berkemal… Işınlanacak hali yok ya bu çekik gözlü virüs şeysinin saç telinden, kulaktan!

    Yani, yine de.. Hayatta daha kötü ne olabilir ki dememek lazım. Hala neden olmadı demek lazım bence…

    Pandemi bitene kadar kış uykusuna yatabilseydik keşke.. Pandemi uykusu.. Bitince uyandırsalar filan.. Çoooğyi olurdu… Ayılara ne imrendim şimdi!

  • Dantelalı Denizler

    Bulaşıcıdır. İnattır. Gıcıktır. Uydurukçudur. Delidir. Fecenayip şahsına münhasırdır.
    Okur! Yandığının resmidir. Gel, yol yakınken okurluk durumundan istifa et.

    İçeriğin olası zarar ziyanından yazar değil, uygulamaya kalkan komik okur sorumludur. Ona göre!!

    Alıp başımı gitsem diyorum bazen.. Dantelalı denizlere, yumuk yumuk bulutlara, çıt çıt kuşlarının arasına karışsam!..

    Sonra ‘’mıhtişim insanoğlu’’ olarak öyle bir yer bırakmadığımız aklıma geliyor..

    ‘’Abla, koronadan kesesi, hökür hökür gelir bak sesi! Şoför yanı burdan verelim’’ derlerse diye gitmekli düşünce balonlarımı hemencecik kovalıyorum! Ne de olsa, süte düşen telaşlı sinek olmanın lüzumu yok..

    Daha çok, kalmaklı olmak lazım şimdilerde galiba.. Bir yere çaktırmadan ilişmek, sonra oraya alttan alta kök salmak…

    Sadece nereye kalınacağını iyi hesaplamak gerek!..

    Kalkıp da, senli ya da sensiz, üç güne yan yatacak bir yere kalayım dersen dördüncü günde, kendine kündeye getirecek yeni bir mecra aramaya başlarsın… Çok da o ortamların insanı değilsen, yani kendini bu yönde donatmamışsan üzülür ezilirsin..

    Bir kısım atalar bile demişler ki tekkeyi bekleyen çorbayı içer.. Sen tekke beklemeyi bilmezken, bilenlerin yerine o tekkeyi beklemeye davranırsan ister istemez ayıplanıp kınanırsın. Bütün bunlara teflon misali aldırmazlık gösterip hiç de üzülüp büzülmemiş gibi şeetsen de günün sonunda kendini bile kandıramazsın!..

    En kötüsü de insanın kendini kandırmaya çalışması değil mi zaten?…

    Diyelim babandan torpillisin. Babanın bıraktıklarıyla koca koca işler güçler sahibisin. Yine de başın göğe ermiyor, iyi ve akıllı insanlar seni bir türlü beğenmiyorsa kalacağın yer orası olmadığı içindir… Ya da bir ihtimal baba eder, oğul öder dediklerinden gelmiştir başına.. Artık baban n’ettiyse, onu ben bilemem tabii!..

    Ah alan onmazmış, onsa da en kısa zamanda illeti nüksedermiş. Bunu da düşünerek nereye kalınacağını, ne pahasına kalınacağını, kimlerin kalbinin kırılacağını çoook iyi düşünmek gerek kalınacak o yerde…

    Bir de bu işin geleceği var! Yani yukarıdaki gibi su-i misaller, gelecek nesillerin ağzı torba olmadığından, en az beş yüz yıl filan pis pis dedikodularının yapılacağını, torunlarının torbalarının başlarının büğük, ağızlarının eğik gezeceğini unutmamalılar…

    Gidilecek başka yer pek olmadığına göre, kalınacak yer hakikaten önemli.. Kendi ayaklarının üzerinde tertemiz bir şekilde doğrulabilmeyi ve her ne olursa olsun dimdik bir asaletle kalmayı becerebilmeli insan! Çünkü galiba da insan, o zaman insan!

  • Susmukluğum

    Bulaşıcıdır. İnattır. Gıcıktır. Uydurukçudur. Delidir. Fecenayip şahsına münhasırdır.
    Okur! Yandığının resmidir. Gel, yol yakınken okurluk durumundan istifa et.

    İçeriğin olası zarar ziyanından yazar değil, uygulamaya kalkan komik okur sorumludur. Ona göre!!

    Ne diyeceğimi bilemiyorum. O yüzden de demiyorum… Kısaca kendimle bir omertà’m oldu şu aralar.. 😏

    Bu omertà dediğin yumurta kırmak gibi bir şey aslında… Yumurtaya bakar bakar, nereye tıngırdatarak kıracağına karar veremezsin ya.. Susarken de hangi birine susacağını bilemiyorsun.. Çiviyi çıkarana mı, çiviyi çıkaranın şakşakçısına mı, çiviyi çıkarana kızana öyle iyi kızılmaz böyle kızılır diyene mi, çivinin kendisine mi? Bak bak sus bir durum..

    Abdalın yağı çoğ olunca gah borusuna çalarmış, gah gerisine; susmukluk da böylemisinin aynısı! İstediğin yere doğru uzun uzun susma özgürlüğün var, kıymetini bilirsen!…

    Yine de sessizlik lisanını öğrenebilmek ayrıcalıklı bir durum, öyle maça kızı gibi susmayacaksın.. Yanisi, bir suskunluklu, kolay yetişmiyor işte😩

    İstisnasız, benim bu konudaki en büyük motivasyonum, şapkası dar gelip aklını bol sanan Avrupa, Amerika ve Japonya’daki iş ortaklarım.. Öğlen diğer ülkelerle yaptığım iş toplantımda açıklanan kararların defalarca değiştiğini çok zor anlattım mesela… Bunun resmi bir karar ver-boz’lar silsilesi olduğunu ise hiç anlayamadı garipler.. Debelenip anlatmaya çalıştıkça benim yorum zafiyetim olduğunu zannedip durdular, üzerlerine afiyet and the evlerden ırak!…

    Günde yirmi kere dönüp dönüp mevzuatın yayımlandığı alanlara baktığım için beni deli sanmaları da cabası.. Oysa ki beş yüz yıllık evlerde oturup yüzlerce yıllık ağaçları kesmediklerinden ve günde bir kere bile kanun kural yönetmelik direktif değiştirmediklerinden ne kadar da değişimsizler!.. Peh!..

    Haliyle, ağzımla kuş tutsam genel sicilim pek parlak olamıyor karşılarında.. Eh d.tüyle inatlaşan, donuna m.çarmış; baktım ki bir bok anlayacakları yok çok affedersin, ben anlatıncaya, akıllı düşününceye kadar deli oğlunu everecek; ben de sustum gitti!.. Kime ne izah edeyim ki?! Azimle taş delmeye inananlardan değilim🤪

    Sessizliğime bakıp bakıp gülüyorum… Dünyadaki cadıların son temsilcisi süpürgesine ters binmiş uçuyor🧹 İşin doğrusu, millete laf anlatmak yerine süpürgesinden sessiz kahkahalar savurmayı tercih ediyor 😁

    An bu anki hal ve durum budur. Hiç kimseye her şeyi açıklamak için herhangi bir çaba göstermeye hiç niyetim yok. Üstelik belgisiz zamirlerin alayını kullanınca onlar da susmuş sayıldı bence.. Öyle melankolik bir içe kapanış olmasa da, sesin hacmi azaldıysa yeniden dolması için bir süre susmak gerekir… Sesi ve sözü şarj eden, susmaktır bazen.. Ancak durgun sularda, yıldızlar tüm parlaklığıyla yansıyacaktır belki de!..

    Hadi öptüm, çüüüs!😘

  • Jojo Rabbit – A Novel and Brilliant Work of Art!

    It has been such a long time for me to see that kind of a brilliant work of art moving through the lovely gyri of the brain with such an amazing imagination and based on a bright idea!

    Sorry for waiting all that time after its release in 2019, but all this period just made my feelings stronger to say that it already made its way into the classics of all the times!

    Genius plot is created by Taika Waititi (also director), based on the novel Caging Skies (2008) by Christine Leunens. However, the movie differentiates a lot from the novel with a sparkling variety in it. Several structural evidence of that can be observed as including an imaginary harlequin Hitler (played by Taika Waititi himself), physical removal of several family characters such as father and grandmother, no “Jojo rabbit” in the book, and ignoring the second half of the novel and developing its first half which is another brilliant decision to bring into the screenplay. To mention about the tone, trace amount of the irony that could be smelt in the book becomes also the very backbone of the screenplay.

    These golden ideas during the adaptation brought Waikiki a more than well-deserved Academy award (Best Adapted Screenplay) on Feb 9th, 2020.

    A ten-year-old boy Johannes “Jojo” Betzler (Roman Griffin Davis) joins a German yooth camp (Jungvolk) of Hitler during the late World War II. While a buffoonish Hitler version is his imaginary friend, we are introduced to the environment where Jojo lives with his Jungvolk supervisors (for instance, perfectly acting Sam Rockwell as Captain Klenzendorff), his friends (best friend as Yorki [Archie Yates]), and his mother Rosie (Scarlett Johansson). Then one day, Jojo discovers a Jewish girl, Elsa Korr (Thomasin McKenzie) hiding in their attic!… And the story develops on and on…

    I will stop telling about it in here not to spoil the audience’s joy in advance. However, I should express that if the art overall is to look at the events through a child’s eye, then this is what Waititi is exactly doing in here. It is shot from Jojo’s point of view and naiveness, and also gathers us around the same matter of issue like a rock.

    Jojo, this innocent, pure boy like any child of 10 years old, is being brought up by a good mother (Rosie) who also represents the good and well-mannered people of that time. On the other hand, he has a strong Nazi idealism in his mind (recall: Hitler as his imaginary friend) which he wants to become one quickly.

    One of the most valuable tag line of the film is to show how a child chooses the right path between his mother (right) and Nazi fascism (wrong) side. It is how a mother teaches to treat a person (Elsa) like a person. It is where smart and joking moms, moms who look a tiger in the eye and trust without a fear always win to inspire their little children. Or it is when Rosie says to Jojo “Ten year-olds shouldn’t be celebrating wars, talking politics. You should be climbing trees, and then falling out of those trees.. Life is a gift. We must celebrate it. We have to dance, to show God we are grateful to be alive.”

    Even just that standalone tag line is more than enough for appearing on best ever classical lists. Together with cleverly considered additional details such as the following, Jojo Rabbit is simply one of the best of its kind:

    • “shoes metaphor” (from dancing & freedom to that sentimental scene),
    • referral to those times of revealing all abnormalities as normalities (e.g., a group of people greeting themselves with more than 30 Heil Hitler!s in like 1 minute time, or e.g., “kids, it’s time to burn your books” call to children in Deutches Jungvolk),
    • that solid connection to Jojo’s dead sister,
    • racist and “Aryan” believer Hitler’s alliance with Japanese that do not look very Aryan indeed,
    • when times have changed and when it became definitely not a good time to be a Nazi, noone or no nation else but the unforgettable final touch of Captain Klenzendorf to Jojo

    World War II days were undoubtedly the wacky days what the earth had witnessed. Some that did not belong to a certain “race”-called thing were not allowed to breathe anymore under the same trees and the same blue skies with the other human beings. Race discrimination resulted in madly deaths in the most cruel ways. These mass murders were insanely rationalized by some “fat man with greasy hair and half a moustache” as described in the movie. Further scarry thing was perhaps the inconceivably accompanying number of hostilely people that went along with that lunatic dictatorship.

    Anyway, numerous World War II related pictures have been on silver screen until now. However, none of them like this well-planned and perfectly written and directed plot. Jojo Rabbit has certain things to address, but not in a bold and splashing way that we know up to know. It constructs the story in a child’s mind, and passes it very consistently with a sense of humor and irony.

    Cinematography (Mihai Malaimare Jr) was fit for the purpose as well as the editing (Tom Eagels) as editing should have been a bit effortful in particular for such a dynamic flow. Music (Michael Giacchino) or song choices should be acknowledged as well (as this cannot be deemed a spoiler, I am sure that you will enjoy I wanna hold your hand by Beatles and Heroes by David Bowie regardless of any chronological obsession as the film is not intended as a docu-drama obviously).

    Fox Searchlight Pictures, TSG Entertainment, Piki Films, Defender Films, and Czech Anglo Productions did a great job as the production companies to add such a stylish work to their portfolio!

    Final closing remarks.. There is not only one way of telling a story, especially when the tragedy is more than the human kind can bear and swallow… And Waititi did that brilliant story-telling eagerly, and blended with creativity! It is already shoot and awarded in there. Therefore, I may strongly urge you to watch this tasty piece if not yet, and maybe beyond! (e.g., if you are a teacher, have your students watch it according to your local film classification criteria etc.).

  • Koroniçe

    Bulaşıcıdır. İnattır. Gıcıktır. Uydurukçudur. Delidir. Fecenayip şahsına münhasırdır.
    Okur! Yandığının resmidir. Gel, yol yakınken okurluk durumundan istifa et. İçeriğin olası zarar ziyanından yazar değil, uygulamaya kalkan komik okur sorumludur. Ona göre!!

    Herkes gibi ben de uygulamalı korona hapsi içindeyim. Devletime göre ehtiyar sayılmadığımdan aslında hafta sonları haricinde mecvuuur değilim😩 ama evdeki resmî ihtiyar heyetine bulaştırmamak için kendimi hapsettim.. anahtarı da kuyudadır! 🔗🤪

    Bu zor günlerde evinde ekşi mayanın bizatihi kendisini üreten yetenekli arkadaşlar olduğunu duyuyorum. Ya da Ramazan pidecisine rakip olanları, Bursa iskenderinin alasını yapanları, el sanatlarında da faaliyet gösterip kendine ve mahalleye ebruli maske-eldiven trikotaj üretimine geçenleri.. Hepsinin farkındayım…

    Bende ise bu anlamda gram gelişme olamadı. Hala mayanın yaşını ve kurusunu ayıramayan bir insanım… Hala fırına girip pidelere baka baka ‘’pide çıktı mı acaba?’’ sorumla fırıncıda halüsinojen etkilere neden olabiliyorum… Hala soyduğum elmayı çöpe atıp kabuklarını tabağa koyarak servis yapabiliyorum… Yıllara meydan okuyan muhteşem kişiliğimi korona da tanısın isterim.

    ‘Evden haftada bir zaruri ihtiyaçların için çıktığın bunca zamanda hiç mi özenip mutfağa girmedin be kardişim’ demesinler diye ender çalışmalar yaptığım da oldu tabii..

    Onların birinde ayak barnaamı kırdım, diğerinde kafamı…

    İlki mıtbak mıntıkasının dışarlığında gerçekleştiğinden tam mutfak kazası sayılmaz bence..

    Olay tümüyle insteyramlara ayıp olmasın diye odadaki yayına doğru depar atarken ayağımı portmantoya çarpmamdan ibaret… Çıkan sesten önce dolap kırıldı sandım.. Mikrosaliseler içinde ‘portmantonun acısını niye ben hissediyom ki’ düşüncesiyle yüzleştiğimde anladım ki kırılan benim barnahmış…

    İnanır mısın, o an ayak parmaklarım film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Her birini ayrı ayrı defalarca kırmışlığım olduğundan bu gösterim, Scorsese filmleri gibi biraz uzun sürdü… 🎞

    Prometheus’un bitmeyen cezası misali, senede beş kez kırılıp kendi kendine yeniden kaynayan ayak parmaklarımın devrimci bir evrimden geçiyor olduğuna eminim! Ağaçlara neyin tutunmak için maymunlarda pek gerekli bir minnaklık oldukları kesin. Ancak biz homo sapienste böyle ponçik gibi ayak uzantıcıkları pek manasız kanımca… Fikrim odur ki bu oluşumlar, evrimin bir sonraki basamağında tümden ve totalmen yok olücüklür. Ve yine inanıyorum ki bu konudaki engin çalışmalarım nedeniyle evrimin ilk halkası benim! 😁

    Tepeden tırnağa yaptığım kazalarımın ikincisi de tahmin edebileceğiniz üzere tepemde oldu. Dün gece alnımın ortalık yerini buzdolabının tam ortasına denk gelecek şekilde çarptım… Gerizekalılığımı temsilen hafif bir şişlik oluştu… Çatlaklığı konusunda bir şey söyleyemesem de kırılmadığını umuyorum 😏 Kırıldıysa da şimdi korona düşünsün 🤣

    Hehehö, hoş geldin korona! 👑

  • Hayatım Roman – Damak Çatlatan bir Sohbet-Oyun!

    Yazıyoor! Yazıyooor!.. Tiyatroyla kim olduğumuzu öğrenmek ve kim olacağımızı anlamak için haşır neşir oluyorsak usta oyuncu Ali Poyrazoğlu kitabını yazıyor!

    Madem siz tiyatroseverleri yazımıza çıngırdaklarla, gülle aşkla davet ettik; o halde  borcumuzdur sesi ve sözü soluksuz resmetmek!

    Diyelim biletleriniz cebinizde!.. Yepyeni oyun Hayatım Roman için kalbinizde kuşların kanat sesleri! Salona geçip bir an önce yerlerinize oturmak, sanatın uzunluğuna ve hayatın kısalığına şahit olacağınız o eşsiz performansa hazırlanmak istiyorsunuz. Bence geçebilirsiniz!..

    Çünkü salonda, gösteri başlayana kadar seyircisini her zaman olduğu gibi birbirinden güzel müziklerle karşılayan Ali Poyrazoğlu’nun son oyunu Hayatım Roman’ın büyüsü dolanmaya başladı bile! Sanatçının malum yeteneği ve zekasına ek olarak seyircisine gösterdiği özen de öyle kaliteli, o denli birinci sınıf ki!.. Henüz salona girerken yumuşacık melodilerle sıcacık sarmalandığınızı, size değer veren ve söylecek sözler biriktirmiş dev bir adamla muhteşem bir gece geçireceğinizi DNA’nızda hissediyor olacaksınız, yine!…

    Yerlerinize geçtiyseniz ve naçizane blogumunun satıraralarındaki cep telefonu gezintinizi bitirdiyseniz, sahneyi süzmeye başlayabilirsiniz!

    Bugüne bugün, Ali Poyrazoğlu’nun özel tasarlanmış kostümsüz ve dekorsuz oyun açtığını görmedim. Dolayısıyla sahne dekorunun yine özel olduğunu farkedeceksiniz!.. Poyrazoğlu’nun kendi kitaplığından dev baskıları yaptırılan o güzel günlerin cebir, tarih, kimya, edebiyat, felsefe, mantık kitapları, silgiler, defterler…

    Hazırsak gösterimiz başlamak üzeredir!

    Bu yazımda oyunun, daha doğru ifadeyle karşılıklı etkileşimli sohbet-oyunun, 14 Şubat 2020 tarihli açılışından damağımda kalan o muhteşem lezzeti paylaşacağım!.. Sorumluluk reddimi de hemen eklemeliyim. Keza hepinizin romanı ufak tefek değişiklikler gösterebilir. Oyunun resmi tanıtımına atıfta bulunarak, ‘kovulamayacağımız tek cennet olan anılarımızı her anlatışımızda farklı bir şekilde paylaşma’ özgürlüğüne sahibiz!… Ya da oyundan alıntı ile ‘hepimiz hayatımızın nasıl bir roman olacağına kendimiz karar vermekteyiz’… Hayatımızın romanını değiştirmeye cüret ettikleri anda yayınevini değiştirmek de buna dahil!..

    Gelelim benim Hayatım Roman’ıma!..

    Poyrazoğlu’nun herkesi dahil eden, herkesi kucaklayan o insancıl söylemi ile yıllardır kumbaraya atar gibi biriktirdiği seyircisiyle beraber sahnelediği Hayatım Roman, Nazım Hikmet şiiri ve Zülfü Livaneli bestesi Karlı Kayın Ormanı ile başlıyor! Ama ne başlamak! Poyrazoğlu, alıyor mikrofonu eline, seyircilerin arasında gezine gezine, gözlerimizin içine baka baka akıtıyor şiiri ve müziği kalplerimize!..

    Ve girişteki aynı tempo aralıksız, tam iki buçuk saat boyunca bir saniye olsun düşmüyor. Tek başına bu bile, ustanın her oyununun tam kapasite ile salonları doldurmasının tesadüf olmadığının göstergesidir! Özetle, ünlü bir rejisör ve oyuncumuzun dediği gibi ‘Şekerim, adam döktürüyor!’ 😊

    Ayrıca tiyatrosunun demirbaş seyircisi olarak, Ali Poyrazoğlu’nun müthiş kilo verdiğini, şahane sağlıklı göründüğünü ve iyice gençleşmiş olduğunu da eklemeliyim! ‘Gençlik iksiri ararken bu blog’a düştüm’ diyen değerli okuruma bildiğim en etkili gençlik aşısı olan tiyatroyu tavsiyemdir! Salt okuruma değil, V. Hugo’yu beşinci hügo olarak okuma potansiyeli taşıyan değerli yazarıma da tiyatroyu tavsiye eder, haftada üç kez itinayla Ali Poyrazoğlu oyunu reçete ederim!

     ‘’Aynayı tuttum yüzüme/Ali göründü gözüme/Nazar eyledim ben özüme/Ali göründü gözüme’’den yola çıkan hikaye herkesin önce kendi farklı yaş ve zamanlardaki hatalarıyla ve/veya acılarıyla yüzleşmesine, aynayı başkalarından önce özüne çevirmesine, kendini anlamasına ve nihayet kendi üzerinden dünyayı anlamaya, kabul etmeye ve sevmeye başlamasına doğru evriliyor.

    Çok, en çok, en büyük, ep-en büyük gibi anlamsız nitelemelerin ötesinde iyilik, güzellik, zarar vermemek gibi niceliğe önem verilen duygu ve tanımlamalar; önümüzde yaşayacağımız kaç santim hayatımız kalmış olursa olsun Behçet Necatigil’in şiirindeki gibi doğduğumuz yılla öldüğümüz yıl arasındaki o çizgiyi nasıl doldurduğumuz anlamlı olan… Heyyula gibi dikilip hiçbir işe yaramayan saçma sapan bir beton yığını olmaktansa dallarına kuşların yuva yaptığı, gölgesinde çocukların sallandığı, yapraklarında uğur böceklerinin gezindiği bir ağaç olabilmek belki de!..

    Kronolojik olarak, ustanın paylaşacağı sayfaları seyirci seçebiliyor ya da istediğimiz anıdan başlayabiliyoruz 😉 Sanatçının doğumundan öncesi ile başlayan anlatım, ‘’köşkümsütrak’’ evlere, henüz 17 yaşındayken yaptığı oyun çevirilerine, ‘’çini soba’’lı ilk tiyatrosuna, Shakespeare’in özellikle 29 ve 30 numaralı sonelerine, yıllar boyunca oynamak için yanıp tutuştuğu ‘’o’’ rolü nihayet sinemada canlandırışına, ve ‘yok artık!’ diyerek kahkahalarla eşlik edeceğiniz kendi ölüm sahnesine kadar uzanıyor.

    İpucu vermek gibi olmasın ama örneğin ödül aldığı ve ödül verdiği hatıralarını canlandırdığı bölümlerde varsa takma diş, kirpik ya da peruk gibi aksesuarlarınızın gülerken ön koltuğa fırlamaması bakımından tedbir almanız konusunda önemli uyarımı da şuraya iliştirmek isterim.

    Ali Poyrazoğlu, ara vermeksizin iki buçuk saatin üzerinde sahneden beynimize dokunuyor! Duygulandırıyor, düşündürüyor, ayna tutuyor, eğlenceli ve dolu dolu bir anlar bütünü armağan ediyor!.. Öykünün en keyifli yanını, yani anı hem yaşıyor hem oynuyor. Her hal ve durumu böylesine lezzetle yaşayıp lezzetle sunan bu usta ve on bin yönlü sanatçının binlerce yıllık seyircisi, pardon oyuncusu olarak, sahnedeki önemli farklarından birisinin anı yaşarken ve oynarken duyduğu haz olduğuna yürekten inanıyorum!

    Dönelim o güzel günlerin cebir, tarih, kimya, edebiyat, felsefe, mantık kitaplarına… Bu satırların yazarı, Fen Lisesi mezunu olmasına rağmen ne yazık ki o güzel zamanlara yetişemedi.. müfredat gereği Felsefe ve Mantık oku(tul)madı – not: annesi okumuştu, Fransız, İngiliz, Holandalı yaşıtları da okumuştu.. Bin yıldır bilim felsefesinin temelini oluşturan Mantık’ın Fen Lisesi’nde dahi okutulmamasından daha kötü ne olabilir ki derken bundan daha da kötüsü, şairin deyişiyle ölüm gibi ya da beyin ölümü gibi bir şey oldu.. Yazarı takip eden neslin matematik okuması dahi abes sayıldı.. İnsanı korkuları ele geçirdi; insanoğlu kendi yetersizliğini baskılamak için korkuyu ve kötülüğü hakim kıldı.. Ve biz bunlara rağmen insan mı sayıldık? Ne yazık ki felsefe okuyamadığım için bazı soruların yanıtını bilemiyorum…

    Kadim zamanlardan beri dünya uygarlık tarihinin gelişmesinin temel kilit taşlarından bilim ve bilimsel eğitim son yıllarda ağır yaralar almış olsa da ikiz kardeşi sanat ona destek olmaya çalışıyor, hala!..

    Kitaplarda yazan son cümle yok olana, koltukların arasındaki şakacı son replik düşene kadar yaşam biçimlerimize ve hayatlarımıza sahip çıkalım diye de gülmeceli bir sesleniştir Hayatım Roman!

    Hayatlarımıza, yaşam biçimlerimize sahip çıkarken içinden Atatürk geçip geçmediğine tekrar tekrar bakmamızı hatırlatır oyun! Bakalım ki; saldırmayan, ne kadını ne çocuğu ne güçsüz olanı ikinci sınıf görmeyen, öldürmeyen, hükmetmeyen, herkesi korkutup sesini kısıp ağzını açmasına engel olmayan, birlikte ve beraber uygar bir yaşam sürebileceğimiz insana yakışan romanlar olsun hayatlarımız!

    Evrende hiçbir şey yoktan var, vardan da yok olmadığına göre eminim o cebir, tarih, kimya, edebiyat, felsefe, mantık kitapları bir yerlerde duruyordur!.. Onları bulup üzerlerindeki kalın ve kaba örtüyü kaldırmak bizim elimizde!.. Bunu da bize bizden başka kimse yaptıramaz..

    Ekseri uzaklarda bir yerlerde sihirli bir değnek arıyoruz. Oysa ki mucize biziz, bilmiyoruz!..

    Mucize hayatı çekilir kılan tiyatroda, kitapta, sözde ve yazıda! Öncelikle kendimizden korkmak yerine kendimizi anlamaya, bulmaya ve kabul etmeye çalışmamızda; insanların ve kaderin gözünden düştüğümüzde bizi anımsatacak şeyin korku değil sevgi olduğunu bilmemizde!

    Kendi öyküsünden yola çıkıp yaşamı insanca ve eğlenceli bir okuma pratiğine dönüştüren yeni Ali Poyrazoğlu oyunu Hayatım Roman’ı kaçırmayın!

  • JOKER

    JOKER

    a short review of joker movie
    Poster of Joker

    “I will tell you how I became like this. Don’t forget, if I did not exist, you would not exist. Hahahaha!!!”.

    These are just the starting lines of another Joker story, told by Joker, usually towards Batman. Even if you listen to it in your dream, or you see it in a movie theatre, don’t believe him. He is trying to fool you! This is his biggest weapon: to make you believe that he has the right to become such a criminal, and all his behaviors have a very-well justified reason. For example, he robs the banks because this money is already insured by companies and he spends this money to boost up the economy. He kills criminals who would kill him; so, he defends himself (don’t get into small details such as a gun was pointed to these criminals!). He helps many other people, so people support him.

    But is this one true?

    His story may not be whole of it, so what? He is the funny part of Batman. He has his sense of humor. Serious people also don’t tell you the whole story. This is Gotham, so you must already know these dark politicians, police managers. They never tell you that they spend your taxes to rescue their own companies which got bankrupt, because it is necessary for the economy. They also wait for Batman to catch all the ‘bad’ people. Besides, they are boring. Why should Joker bore you with all the details of the truth? Batman is the dark side of Gotham, whereas Joker is the fun side! Just enjoy him.

    This is Joker. So, if you are making a movie of him, people should have a pity for him; and they would say that he is right at his actions. This is the delirium of hopeless people. That is why you will read many reviews which will say that Joker is a movie which praises violence. Don’t lose your hope. If you have the determination of Batman, you will realise that he is not telling all the truth. So, this movie does not show Batman, but rather it gives the opportunity how Batman is feeling when he is told a story by Joker. You will have the chance to get into the shoes of Batman. You will need to realize what is wrong and what is right. Even Batman cannot always realize!

    Is it a breakthrough for the cinema?

    From a cinematographic point of view, Todd Phillips makes references to many other movies, but the strongest reference is to Taxi Driver (1976). However, in Taxi Driver, the shots of the main character were not from a close distance; therefore, we were not in close relation with the feelings of the character. It seems like Todd wants to be in the shoes of Joker and makes us believe what Joker is telling and he tries to bias us towards Joker’s innocence. There is nothing experimental or innovative with the cinematography of the movie. Joaquin Phoenix seems to have a deep understanding of Joker. If the academy members liked DC, he would have gotten an oscar for his acting.

    Overall, if you like comics, and a fan of Batman, I would recommend to see this movie. No movie really reflects the spirit of a comics, but I would place this one after the Nolan’s Batmans.

    If you haven’t watched it yet, have a nice time!